10 Aralık 2015 Perşembe

Cumhurbaşkanına hakaret suçu konusunda avukatlar ne diyorlar?

B CUMHURBAŞKANINA HAKARET SUÇUNUN ANAYASAYA AYKIRILIĞI VE ÇÖZÜM ÖNERİLERİ ÇALIŞTAYI TCK MADDE 299 (Yargı açısından 299. Madde) Bölüm: 1-B 

Giden 1-A Bölümündeki yazımızda, YAR-SAV Başkanı Murat Arslan’ın konuşmasını vermiştik konuşması uzun olduğundan, diğer üç hukukçu avukatların konuşmalarına yer verememiştik.
İşte bu 1-b yazımızda da yine birinci bölümden Yargıçlar Sendikası Başkanı Murat Karadağ, Cumhuriyet Gazetesi Avukatı Tora Pekin ile Ankara Barosu Avukatlarından Mustafa Gökhan Tekşen’in konuşmalarına yer vereceğiz.

Cumhurbaşkanına hakaret suçu konusunda avukatlar ne diyorlar?
Ülkemizde Cumhurbaşkanına hakaret iddiası ile yüzlerce dava, binlerce soruşturma açıldığından, meslektaşlarını ve kamuoyunu bilgilendirmek amacı ile Ankara Barosunun düzenleyip organize ettiği, TCK 299 un Cumhurbaşkanına Hakaret Suçunun Anayasaya Aykırılığı ve Çözüm Önerileri başlıklı Çalıştayı size sunmaya devam ediyoruz. Gerçekten konuşmalarda, Cumhurbaşkanı ve devlet başkanlarına hakaret ve ayrıcalıklarının, özel koruma yasalarının AİHM nin kararlarına uymadığı doğrultusunda çok önemli açılamalar yapılarak, önemli sunumlar yapıldı.
Ankara Barosu Konferans Salonunda 4.12.2015 günü düzenlen çalıştayda, TCK nin 299. Maddesi, Yargı Pratiği, Akademisyenler, Basın, Yasama yolu ile dört grup halinde, kendi dallarında seçkin konuşmacılarla irdelenip tartışıldı, çok yararlı konuşmalar yapıldı.
Aynı gün yapılan çalıştayın ilk oturumunda, yargı açısından avukatların bu konudaki görüş ve konuşmalarını birinci bölüm olarak, daha sonra da, akademisyenlerin, basın temsilcilerinin ve yasama temsilcilerin konuşma ve görüşlerini bölümler halinde sunacağız.  Bu yararlı konuşmaların ikinci bölümünü, çok uzun da olsa okuyucularımızın yararlanması için, konuşmaları bandan çözerek okuyucularımıza sunuyoruz, umarız yaralı olur.

AÇILIŞ KONUŞMASINI YAPAN ANKARA BAROSU BAŞKANI HAKAN CANDURAN ŞUNLARI SÖYLEDİ:

Cumhurbaşkanına hakaret suçu konusunda avukatlar ne diyorlar?
Ankara Barosu Baskani Hakan Canduran
 “-Biraz önce İstanbul Barosu Yönetim Kurulu Üyesi arkadaşım Özlem Aksünger’e dedim ki, İstanbul’da Anadolu Asliye Ceza Mahkemesi’nin tüm günü bu suça ilişkinmiş dedim. O zaman, “sen gel Çağlayan’da  gör kaç tene, üç tane Asliye Ceza gerisi tamamen buna örtülenmiş, bu gidişle üçü beşe çıkartacağız, ama bunu önlemekte bize düşmüş diye düşünüyorum. Son dönemde gündemimizde sık sık yer alıyor Ceza kanunun 299. Maddesi. Uzun zamandan beri varlık nedeni hem hukuk camiasında, hem de kamuoyunda ciddi tartışmalara neden oluyor. Söz konusu suçu Anayasaya, taraftar olduğumuz AİHS ne ve iç hukukumuzda bağlayıcı hüküm AİHM kararlarına aykırılık taşıdığı çok uygulayıcı ve akademisyenler tarafından yüksek sesle artı dile getirilmektedir. TC. Kanununda 299 la ilgili olarak her gün açılan soruşturma ve davalar günlük yaşamın, hukuk düzenin maalesef ayrılmaz bir parçası konumuna geldiği malumunuzdur. Türkiye’nin özellikle yargı uygulamalarında ifade özgürlüğünden yana değil, birçok ihlallerin yaşadığı yaşayacağı gözlenmektedir. Sorunun onarımı daha vahim bir boyuta gelmeden evvel birçok hukuk adamının aktif yollarını açarak uygulanması gerektiği tarafımızca düşünülmektedir.

YARGIÇLAR SENDİKASI BAŞKANI MUSTAFA KARADAĞ ŞU KONUŞMAYI YAPTI:

Cumhurbaşkanına hakaret suçu konusunda avukatlar ne diyorlar?

Yargıçlar Sendikası Başkanı Mustafa Karadağ
 “-12-18 arasında değişik yaşlarda çocuklar Cumhurbaşkanına hakaretten gözaltın alındı, bazıları tutuklandı, yargılandı; sonra büyükler de onlara katıldı çocuklara. Şimdi de herkes Cumhurbaşkanına hakaret etmiş görünüyor. Ben şimdi soruyorum size; ne diyorlar “bu çocuklar bu cumhurbaşkanından ne istiyorlar? Belki de cevabı verilmesi gereken soru bu. Ne diyorlar, demişler ki, kimi “katil” demiş, kimi “hırsız” demiş, kimi diktatör demiş, kimi “kına yaksın” demiş. Örneğin birisi, AKP nin reklam filminin çözümünü paylaşmış ve bir halk algısı kullanmış, o da Cumhurbaşkanına hakaret etmiş. Cumhurbaşkanının komşusu bile yok, yani hakaret edip 125. Madde söylemişler “bir kimse onu şeref ve saygınlığını rencide edebilecek konut bilfiil veya onu isnat eden ya da yakıştırmalarda bulunma veya sövmek suretiyle bir kimsenin onur ve şeref ve saygınlığına saldıran kişi”. Şimdi, dedim ya Cumhurbaşkanının komşusu bile yok, kim niye hakaret etsin ki; o zaman herkes Cumhurbaşkanına bir söz söylediğinde Cumhurbaşkanı için vicdanlarıyla ilgili şeyler söylüyorlar. Cumhurbaşkanı ne yapmış? Diyor ki, Cumhurbaşkanı: “Sistem ortadan kaldırılmıştır,  Anayasa eylem olarak askıdadır”, şimdi bu sanıyorum ki bu tartışılmaz bir gerçek, Türkiye’de. Hiç kimse inkâr etmiyor, paralar sıfırlandı, kovuldu yolsuzluk yapanlar. Şimdi adam demiş ki, Çanakkale’de bir profesör, “hırsız Tayyip Erdoğan Tayyip şaşırdı, paraları aşırdı” .  Ama bunu Türkiye’de herkes kabul ediyor, zaten, gerçekten de kabul etmeyen kimse yok, bir kısmı böyle şey olmaz, diyor. Bir kısmı, “olur” diyor, “duble yol yaptılar” diyor, bir kısmı, “çaldıysa çaldı, bizim paramız mı” ?  Yani eylemli, parçalı mal edilme durumu var. Adam da demiş, “hırsız, katil”.
Suruç’da insanlar öldü, Ankara katliamında insanlar öldü bunun sorumlusu kim? Bizim Cumhurbaşkanımız, Cumhurbaşkanı gibi davranmıyor,  diyor ki “benim sorumlu” diyor. Bizim sistemimizde neydi, Cumhurbaşkanının sorumluluğu yok, bir kere. Yani o bakımdan Cumhurbaşkanına bir şey demeye bir yetkimiz de yok. Ama Cumhurbaşkanı yapar başbakan öder, ama Cumhurbaşkanımız diyor ki, “benim” diyor. Öyle olunca eğer siz memleketimizde kötü bir şey varsa, demek ki eleştirileceksiniz, bu normal, şunu da söyleyeyim, bu memleket 125 lerden çok çekti ya. Daha yakın zamanlara kadar biz 125 leri hiç kavramamıştık, şimdi kavradık. Şimdi bu kovuşturma iznine tabi ya, onla ilgili kopya aldım, onu söylemeyeceğim, aşırma olmasın diye. O ciddi iyi bir sorun ama 129. Madde diyor ki, “hakaret suçundan haksız filin işlenmesi halinde. Şimdi bizim yurttaşımız bu yolsuzlukları, bu usulsüzlükleri bir haksız fiil olarak görmüş ise, peki bizim Cumhurbaşkanımız da “ben bunlardan sorumluyum, bu devletin memleketin başı  benim, her şey benim” dediyse, kimi eleştirsin? Kimi zamanda sinirlendiyse kime söylesin? Başbakana söylese muhatap değil, öncelikle mecburen Cumhurbaşkanına söyleyecek. Dolayısıyla artık eleştiri bu ve hukuken artık bunu çözmenin vakti geldi geçti, çünkü bunu niye okudum 129 u, 299 la neyi koruyoruz? Cumhurbaşkanlığının onurunu, hoş uygulanmıyor ama eğer bu hakaretlere haksız fiil olduğu tartışılırsa mahkemelerde o zaman Cumhurbaşkanını zaten değersizleştirmiş olmaz mıyız? O zaman diyeceğiz ki sanıkların eylemleri taksirli file dayalıdır, çünkü işte Cumhurbaşkanı vatandaşları hor görmüştür. “İşin fıtratında var” demişti. Ee “iş varsa fıtratta” eleştiri de var. O zaman bu Cumhurbaşkanının sebebiyet verdiğinden konuşarak eleştirdiğimizde “Soma’nın sebebi Cumhurbaşkanı” demeyecek miyiz? “Ankara katliamının sorumlusu Cumhurbaşkanıdır” demeyecek miyiz? Suruç’un, Ceylanpınar’ın her yerin, Reyhanlı’nın, bunun sorumlusu kim? Ama umutluyuz, az önce dedim ya “Tayyip şaşırdı paraları aşırdı” diyen Hocaya, Çanakkale’ye, 5. Adliye Mahkemesi ceza vermiş. Ama aynen Çanakkale Asliye Ceza Mahkemesi, başkaca yargıcı da demiş ki, “o da hırsız, katil Erdoğan sözünü demiş, ifade özgürlüğü, protesto hakkı, toplantı gösteri özgürlüğü hakkı bağlamındadır. Düşünceyi, kanaati açıklama, yayma hürriyeti kapsamındadır” demiş beraat kararı vermiş. Ben bunları niye söylüyorum, çünkü Anayasaya aykırılıkta bir yere gidilir mi, kanaatimce gidilmez. Hem Az biraz önce Murat Aslan sırası bağlamında söyledi, öyle bir şey, zor ama çok zor olur. Diğer türlü işlem gayet suçtur, bir yere de gidilmez. O zaman mesele siyasi, bizim belki mücadelemiz ona yönelik olmalı, siyaseten Cumhurbaşkanına hakaret suçu ortadan kalkmalı. Gerçekten Cumhurbaşkanına birisi hakaret etmek isterse, kendisinden dolayı etsin, bize ne? O zaman Cumhurbaşkanı, belki şöyle der: “Yav ben devletin işlerine o kadar karışmayayım” der. Bel ki 129 un tartışılması, basit bir şey ama ben öyle düşünüyorum, meraklısı değilim de, belki de bunu tartıştığımız zaman Cumhurbaşkanının basit şekilde kendi sınırlarına çeken bir şey olacak. Biz buradan Cumhurbaşkanı’nı belki kendi alt sınırlarına çekebiliriz.
CUMHURBAŞKANI  YARGIYI ELİNE ALMIŞ
Cumhurbaşkanı meğer ki yargıyı eline almış, televizyonlardan insanları tehdit ediyor. Meydanlarda savcılık yapıyor, meydanlarda 15 yaşında polis tarafından öldürüldüğü kuşku duyulmayan bir çocuğun annesini yuhalatıyor. Artık Cumhurbaşkanı diyor ki, “ben herkesin cumhurbaşkanı değilim” “bir kere yuhalattıklarımın cumhurbaşkanı değilim”   diyor. Eğer cumhurbaşkanı olsaydı yuhalatmazdı, çünkü. O zaman, “ben sizin cumhurbaşkanınız değilim” dediği insanlar da pek ala Cumhurbaşkanını, hepimiz hukukçuyuz, eleştirinin hakkını, sınırlarını, düşünce özgürlüğünün sınırlarını biliyoruz, hepimiz biliyoruz, birbirimize anlatmanın bir gereği yok, ayıp da bir şey zaten. Ama aptallık mı daha değerlidir, hırsızlık mı daha değerlidir, onu pek bilmiyorum.
Sarkozy’ye “aptal” dediler, cezası sanıyorum 30 Auro idi, yanılabilirim. Bizde kravat indirimi dâhil, on ya 20 gün, şöyle bir şey yapmam gerekiyor, demek ki bizim Cumhurbaşkanımız daha kıymetli. Fransa Cumhurbaşkanı’na hakaret edersen 30 Auvro, bizimki on ya yirmi gün, bu net brüt değil. Bize artık özgürlük alanımızın kısıtlanması davalar, kısa bişey değil, bi de şöyle diyorlar, Cumhurbaşkanına hakaret suçuyla ilgili, neden? Çünkü artık Türkiye’deki, bütün karşı koymalar, bütün protestolar, bütün eleştiriler Cumhurbaşkanına yönelmek zorunda. Çünkü Cumhurbaşkanı diyor ki, “benim zaten”  diyor. “muhatap benim”, hükümet değil, bakanlar değil, memurlar değil, ordu değil o değil, bu değil, polis değil. Bütün sorumluluk bende, çünkü yetki de bende, devlet bana ait diyor. “Benim sarayım bile var, “külliyem var” diyor. Türkiye’de hiçbir Cumhurbaşkanının hiç sarayı olmadı.
Türkiye’de hiçbir Cumhurbaşkanı halkıyla bu kadar çok kavga etmedi. Artık diyor ki, “ben saraydayım, her şey benim” dediğine göre, elbette ki bizim de dediğimiz gibi, bütün karşı koymalarımız Cumhurbaşkanı olacaktır. Biz insanlar olarak, sivil toplum örgütleri olarak bizim muhatabımız kimdir? Her zaman legal siyasettir, legal hükümettir, legal siyasi iktidardır. “Siyasi İktidar benim” dediğine göre, elbette ki bizler bütün eleştirilerimizi artık bir şekilde Cumhurbaşkanlığına yönelteceğiz. O zaman her eleştirimiz küfür mü olacak? Bu Türkiye demokrasisine yöneliktir, aslına bakarsanız. “Cumhurbaşkanlığına sövme çoğaldı, niye bizim Cumhurbaşkanımıza herkes sövüyor” meselesi değil, bu kadar basit değil, ben sistemik bir şey diye düşünüyorum. Hani şu 129 filan dedim ya, belki ordan ummadığımız bir yerdir diye. Onlar da bize basit bir şekilde Cumhurbaşkanına hakaret diye, bizim bütün sözümüzü, sesimizi kesmek istiyorlar. Aslında mesele bu, öyle olunca da her şey siyasal”.

CUMHURİYET GAZETESİ AVUKATI TORA PEKİN ŞU KONUŞMAYI YAPTI:

Cumhurbaşkanına hakaret suçu konusunda avukatlar ne diyorlar?
Tora Pekin
 “-Ben söz sözlerime Diyarbakır’da katledilen Avukat Tahir Elçi’yi anarak başlamak istiyorum. Bir kabus gibi çöktü onun kaybı, sonra da iki Ankara’lının Silivri’de tutuklu iki arkadaşımız Can Dündar ve Erdem Gül’ün selamını iletmek istiyorum, eminim çok özlemişlerdir Ankara’yı. Şimdi Can Dündar ve Erdem Gül TC 299 dan dolayı suçlanmıyorlar, öyle olsaydı onu konuşurduk toplantıda. Ama neden suçlanıyorlar?  Casusluktan terör örgütüne yardım etmekten suçlanıyorlar. Fakat bu suç bile bir şekilde Cumhurbaşkanıyla ilintili gibi bir durum var ortada. Çünkü biliyorsunuz dosyanın başlangıcı, Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan’ın vermiş olduğu bir şikâyet dilekçesi.
 Kendi kişisel durumuyla hiç ilişkisi, hakkıyla hukukuyla ilgisi olmayan bir konu olduğu halde, bir şikâyet dilekçesi var. Suç ihbarından bahsetmiyorum, doğrudan bir şikâyet dilekçesi ile başlayan bir şikâyet söz konusu.
Şimdi bu şikâyet dilekçesini, kendisi de şu anda salonda bulunan muhabir arkadaş Ercan Uludağ canlı ifade vermeye geldiklerinde haber edindi şikâyet dilekçesini yayınladı. Bu kez alında birilerin masuniyet karinesini korumak için alınmış olan soruşturma dosyasının gizliliğini sağlamaya yönelik olan 281 maddeden yine bu başlığını korumak için bu sefer Arcan Uludağ ifadeye çağırıldı, ifade vermeye zorlandı. Şimdi burada baktığımızda, hiç ilgisiz maddeler bile Cumhurbaşkanını koruyup kollamaya dönüşen maddeler haline geliyor. Örneğin biliyoruz 17 Aralık, 25 Aralık, MİT tırları ya da Sayın Erdoğan’ın adının geçtiği herhangi bir haberin, yazının bir yaptırırımla karşılaşması da mümkün değil. 299. Maddesinden bahsediyorum, 299 olmasa bile, ne oluyor, yazılı basında yayınlanmış bir haber varsa, esas sahibine hakaretler içeren bir düzeltme metnin yayınlanması sağlanıyor. Eğer internette yayınlanmış bir haber varsa bu haber derhal erişime engellenmesi kararı ile ortadan siliniyor. Şimdi bu gün bir araştırma yapmak isteseniz 17- 25 Aralıkta ne oldu acaba diye, internette emin olun çok haber bulursunuz. Çoğu erişime engellenmiş durumda. Yüzlerce binlerce karardan bahsediyorum.
Gördüğünüz gibi 299. Madde, yalnız değil, hemen hemen aklınıza gelebilecek pek çok suç tipinde Cumhurbaşkanı ile bir şekilde ilişkilendirip onun çevirisinde koruyucu bir hale oluşturulmaya odaklı bir yargı pratiği söz konusu, nasılı niyesi ayrı bir mesele, siyaset meselesi belki.
Bir şekilde Sayın Erdoğan’ın adının geçtiği veyahut da adının geçtiği sorumlu olabileceği bütün dosyalarla ilgili, bir yeni yayın yasağı kararı alınıyor. Bu kere gazeteciler özel bir oto sansüre itiliyorlar. Çok bir iyi oluyor, aslında bir yayın yasağı olmamamsına rağmen, o konuda yayın yapmayı büyük ölçüde azaltıyorlar. Bu konu Can Dündar ve Erdem Gül’ün sorgusunda da gündeme geldi. Orda da sorgu hâkimliğinde “yayının yasak olduğunu bildiğiniz halde niye yayınladınız”, sorusu gündeme geldi. Yayının suçlamasını yayın yasağının nedenine dayandırıyor
Şimdi bu koruyucu ailenin altını bir kere daha çizmek istiyorum. Çünkü bu koruyucu aile Cumhurbaşkanlığı makamına yönelik bir hali değil, ondan önce Murat Bey de aktardı, Sayın Gül’de Sayın Sezer’de döneminde böyle bir uygulama söz konusu değil. Sayın Gül döneminde diğer gazeteye çokça AIP adresini istenmeye başladılar, internette yayınladığımız haberlerin altına gelen yorumlar bazen kantarın topuzu kaçırıyordu. Sayın başkanın bahsettiği gibi biraz hakaret sınırını aşması düşünebilecek olan yorumlar geliyordu hakikaten. Birazdan aracı oldu internetten Bunlara ilişkin çokça AIP bilgisi istemeye başladı emniyet, soruşturma başladığını söyleyerek. Bunun üzerine bir bilgi edinme başvurusu yaptık Cumhurbaşkanlığına. Dedik ki, bu şekilde kaç başvuru var. Onları normal ifade özgürlüğü sınırında görmek lazım.  Çok da yakışmıyor Cumhurbaşkanlığı makamına gazete haberlerin altına iki satırlık notları soruşturmak. Sayılarını sorduk, kaç tane var dedik, Bunları takip etmek için bilgi oluşturulmuş, olsa gerek ki çokça gelmeye başladı bunlar. Bunun için ayrıca hukukçu istihdamı söz konusu mu, diye sorduk. Yanıt yazıldı Cumhurbaşkanlığından tabi, o zamanki sayılar, Murat Bey’in de aktardığı gibi şimdiki sayılarla kıyaslanmayacak derecede düşüktü,  biz düşük diye yazmışız Cumhurbaşkanlığına. Öbür taraftan da dediler ki, “bir ayrı büromuz filan yok, savcılar sadece suç tipi gereği onun dışında bizim özel bir çabamız yok” dediler.
Baktığımızda şeye Cumhurbaşkanlığı katında özel bir istihdama hiç gerek, bunun hiç lüzumu yok. Şimdi, zaten bizim muhbir yurttaşlarımız, yorum saniye bilmeden hemen e-maıl gönderiyorlar.”Şurda bir haber var soruşturun” diyorlar. Bunları ilgili savcılara yönlendiriyorlar. Onun da arkasından maalesef savcılar, sözcüğü özenerek bezenerek seçiyorum, çok hevesli bir şekilde bu işlemleri gerçekleştiriyorlar; soruşturma başlatılıyor ifadeleri alınıyor. Kimi zaman da dava açılıyor, mahkûmiyete kadar yolu gidiyor. Söylentilerden daha uygun sözcük bulamadım çünkü o sürecin en şey tarafı, dip noktası tutuklama kararı, bizim yasalarımıza göre, Cumhurbaşkanlığına hakaretle böyle bir suç kendisinin de anayasaya aykırı olduğunu düşünmekle beraber, tamam 299 hüküm var elimizde, ama bu suçtan nasıl tutuklama kararı veriliyor, yaşça akıl alır gibi değil.  TCK nin hükümleri belli, TCK nın 299 un alt sınırı belli, burada eğer bir yargılama yapıldı, sonuçta kişi mahkûm edildi, verilen ceza ya ertelenir, ya para cezasına verilir, ya da hükmün geriye bırakılmasına karar verilir. Bunlardan aslında bir gün bile davası ceza almayacak kişinin tutuklanması gibi bir garabetin hakikaten kabul edilebilir bir tarafı yok.
Şimdi öyle olunca düşünme sorumluluğu oluyor bence. Bu uygulama, bu tutuklama uygulaması sanki Sayın Erdoğan’ın şahsına sıkı sıkı özel bir yasa varmış gibi düşündürüyor insana. Bu tip suçların totaliter rejimlerde karşılığı vardır. Cumhurbaşkanı, Türkmenistan’dakilerin haberlerini duyuyoruz, korkunç koruma altındalar, orda eleştiri meleştiri doğrudan yasa gereği hapis cezasıyla  doğrudan soruşturulup sonuçlanabiliyor. Ancak bunu yorumlarsak tamamen daha kötü, açık totaliter rejimlerde açıktan dürüst bir yasa var, ilan ediyor biz bilmiyoruz, bilmediğimiz bir yasak nedeni ile tutuklanıyoruz, yahut da suçlanıyoruz. Hâlbuki bu görünmez yasaya karşı elle tutulur, somut içtihatlar var. Murat Bey (Arslan) özetlediği için girmeyeceğim ona, ama değinmediği bir kararı söyleyeceğim sadece, Erbil Tuşalp’ın açtığı davada AİHM nin verdiği karar. Bu karara baktığımız zaman yavaş yavaş  Erdoğan’ın kişiliğine yakıştıkça o kadar çok karar çıkıyor ki bunlar bize intikal ettiğinde, hükümler de özelleşiyor. Biz Cumhurbaşkanı hakkında ne diyeceğimizi kararlara bakarak biliyoruz aslında. Tuşalp’in kararında Tuşalp’in tazminat ödeme söz konusu idi, onu taşıdı ifade özgürlüğün ihlali olarak. Adeta bir eleştirisi vardı, orda kullandığı sözcüklerden bir tanesi “psikopatik agresif” diyordu, Cumhurbaşkanına. Mahkeme kararıyla özellikle bu nitelemeyin öne çıkarmışlardı. AİHM “bu yaygın biçimde insanlar arasında konuşulan bir konudur, bunun yasaklanması söz konusu olamaz” diyerek, Türkiye’yi mahkûm etti bu kararlardan dolayı. Şimdi o zaman baktığımız zaman uygulamaya, savcılığın önüne bir şikâyet dilekçesi geldiği zaman savcılık alır bakmak zorunda. Oradaki  “psikopatik agresif” diye bir niteleme varsa ona göre karar vermeli. Eğer bundan çok ağır bir ifade varsa belki düşünülebilir, dava açılabilir, en azından düşünülebilir, diyorum, uyulması karar açısından söylüyorum. Psikopatik agresif ağırlaştırılmış bir durum varsa asla ve asla soruşturma sürdüremez. İfadesini almadan ret etmesi gerekir. Onlara ilişkin onların ifade özgürlüğüne caydırıcı ulaşmaması gerektiğini söylüyor AİHM si.
Şimdi bunu gören AİHM sinin bu tespitini gören Cumhurbaşkanı danışmanları diyelim, aklına herhalde şu geldi, tastamam bu “caydırıcı etki yaratalım” ve bütün bu şikâyetleri de o şekilde yapıyorlar. Yani bizim gazetede şey dahi oldu atıyorum, Devlet Bahçeli’nin basın açıklamasını izlemiş muhabir arkadaşımız ve bunu haberleştirmişti. “Devlet Bahçeli, Melih Gökçek’in diktiği dinozor heykellerini görünce, “asıl dinozor Aksaray’da” dedi, diye yazmış espri yapmış kendince. Bunu aktarmış iki cümle, bu nedenle muhabiri şikâyet ediyor, muhabirin gidip ifade vermesine sebep oluyor. Belli ordan bir şey çıkmayacak ama amaç bu, caydırıcı etkiyi kullanmak.
Ben bu Tuşalp kararını uygulansa veya diğer, benzer kararlar göz önüne alınsa çok radikal düşme olur soruşturma sayısında, dava nerde ise hiç açılmaz, diye düşünüyorum.
4.Hukuk Dairesinin Sayın Erdoğan’ın ceza şikâyetlerinden verdiği kararlardan bir tanesi. Bu yıl içinde kaybettiğimiz Gazeteci Cüneyt Arcayürek’in bir yazısından dolayı oldu. Sayın Erdoğan’ın çiçeğe karşı söylediği Cumhurbaşkanına karşı söylediği (tırnak içerisinde belli ki orda bir ima var yapı) ismini kullandı Arcayürek, çok belli ki orda bir ima var. Kendi kullandığı lafı, “sen madem bunu kullanabilir buluyorsun, biz de bunu kullanabiliriz sana karşı” diyerek kullandı. Dava açtı Sayın Erdoğan’ın avukatları. Ankara Asliye Hukuk Mahkemesi çok güzel bir karar verdi, ret etti. Lion kararına uyan çok güzel bir karar bu. Fransa’da bir süreç işlenmişti, Yargıtay da uzatmadan onadı bu kararı, böyle bir şeyler oluyor, ama hukuk tarafında oluyor, TCK 299 bunun dolanmanın yolu gibi oldu, maalesef can yakarak da gidiyor.
Şimdi bu bağlamda bu şikâyetlerde hukuku çok kötü uygulayan savcı veya dilekçeleri çok eleştiriyoruz, ama ben caydırıcı etki yaratmaya yönelik bu şikâyet dilekçelerini veren meslektaşlarımız onu da eleştiriyorum. Ama tabi en başta medeni olduğu var sayılan ülkelerde, hiç bir liderin bu tip beyanları böyle yargı önüne sürüklemek gibi bir amacın ve iradesinin olmadığını düşündüğüm için Sayın Cumhurbaşkanını da eleştiriyorum. Ağır bir konu, biraz da sıkıcı da bir konu, ben bir karikatür getirdim yanımda. Geçende bir dava oldu,  üzüldüğüm bir dava ve çok güldüğüm bir dava oldu, kendi şikâyeti yoktu, şikâyet vardı, Karikatürist Bahadır Baruter’in çizdiği Sayın Erdoğan’ın fikrini bulduğu bir kapak karikatürü vardı. Önünü ilikleyen memur tiplemesinin Sayın Erdoğan’a hakaret ettiğine ilişkin böyle bir inanılmaz, hiç kimsenin de aklına gelmeyecek bir suçlama yöneltildi. İlk aşamasında anlamamıştık ben yoktum suçlama aşamasında, suçlamayı anlamamışlar bile, ne var bu karikatürde diye girmişler. Dava aşamasında geldik, orda da dile getirdik, sayın yargıç ben böyle okumuyorum zaten” zaten, “nerden çıktı bu” dedi. Ama iddianamede yazıyordu, gizlenmiş bir cümlenin içerisinde. Davanın tek açılmasının sebebi, şimdi göstereceğim karikatürü, oradaki el hareketi, bunun tamamen anlamsızlığını gösteren bir karikatür, çünkü sığmıyor, bu beş parmak çizdiğiniz zaman girmiyor sığmıyor, Bahadır zaten dört parmak çizer, herkesin kendine özgü bir çizimi var, ama eline aldığı şeyi tutarken, onları karikatürde ön kapağı göstereceğiz ondan sonra bitireceğiz. (Bu arada karikatür perdede gösterildi) “bunların kısmı davadan sonra yayınlandı. Bir kısmı çok önceden yapılan çizimler, taş devrinde de durum aynı, bu Bahadır’ın çizimi olduğu için önemli. Bahadır’ın dumuru olmayan karikatürü çok azdır”, çeşitli karikatürler gösterildi.  (Salondan gülüşmeler) “bunlardan nasıl bir dava çıktı, hala anlamış değilim dav hala Yargıtay’da”.

ANKARA BAROSU AVUKATLARINDAN MUSTAFA GÖKHAN TEKŞEN ŞUNLARI SÖYLEDİ:

Cumhurbaşkanına hakaret suçu konusunda avukatlar ne diyorlar?
Avukat Mustafa Gökhan Tekşen
 “-Farklı bir giriş yapmak istiyorum, bir romandan bir alıntıyla başlamak istiyorum, Hakan Güney’in Bahar kitabından, Türkiye’de üzerindeki cümleler hayat uymadığından ya da kendi mi kötü hissettiğimde cebimde taşıdığım ceza kanunun okumaya başlıyordum. Çünkü hukuk metinlerinde ad, soyad veya özel bilgiler yoktu. Onların yerine başına sürekli felaketler gelen ödül ve cezalar arasında yuvarlanan bir kişi vardı ve ona kişi deniyordu. Aslında hukukun bu anonim yapısı sade bir hayaldi. Çünkü bu dünya üzerinde hiçbir şey anonim değildi. Asla bir kral bile aynı biçimde yargılanmamıştı, yargılanmıyordu ve yargılanmayacaktı.
Burada bir kralla bir sıradan vatandaşı aynı şekilde yargılama demokratikliğine ulaşabilecek miyiz, ilk etabım buradan başlıyor.
Bizim temel hatamız, bireyle birey Cumhurbaşkanını demokratik bir yapıda aynı seviyede görmememizden başlıyor. Bu tabi etki ceza kanunundan bu hatta monarşiden, hatta padişahlıktan gelen bir şey, devlet başkanıyla, devletin şahsiyetini özdeşleştirmek alışkanlığı geleneği. Bu sıkıntılı gerçeği hele hele demokratik bir toplumda çoğul yönetildiğini iddia ettiği toplumda bir bireyi bir makamı aynı kefeye koyma aynı yapı içerisinde değerlendirmek zaten yaklaşık bunun baştan sakat olduğunu gösteriyor. Aslına baktığınız zaman hakaretin suç olup olmaması tartışılıyor dünyada. Biz Cumhurbaşkanına hakaret suçunu tartışıyoruz, yani dünyanın birçok yerinde artık ceza hukuku eğilimlerinde hakareti özgürlüğü bağlayıcı cezayı en azından yaptırıma tabi tutulmadığı çok açık biçimde söyleniyor. Bunu Endonezya 2006 yılında yaptı. Fransa Lıon Kararından sonra yaptı, Lüksenburg yaptı, değişiyor, iş, fiilin hakaretin suç olmaktan çıkarılması yönünde. Bizim Ceza kanununa bakıyoruz, üçlü ayırım söz konusu. Bir vatandaşa karşı, vatandaşlar kendi arasında şikâyete tabi bir suç tipi 125, 125 in devamında bir kamu görevlisine görevinden dolayı hakaret ederseniz resen takip. İkinci Cumhurbaşkanına hakaret içerisinde ciddi bir sıkıntı, Adalet Bakanlığı da olaya dâhil, hükümet elisine dönüşü.
Şimdi bu bana sorarsanız, ezelden beri zaten sıkıntılı bir ayrımcılık, ama yargı pratiğine baktığımızda bunun artması ve gündeme gelmesi, son zamanları oluyor. Daha önce yok muydu, vardı. Ben geçmiş örneklere bakarken şunu gördüm, otoriter eğilim ne zaman artarsa, bu suçun kullanım yapısı da o kadar artıyor. Örneğin geçen gün okudum, Kenan Evren Cumhurbaşkanı olduğu dönemde TV da bir konuşması yapılırken, izlenirken vatandaşın birisi az ileride davul çalıyor, yine bir muhbir vatandaş geliyor, diyor ki “cumhurbaşkanı konuşurken davul çalmak hakarettir”. Hakikaten hakkında dava açılıyor, beraat ediyor. Bu bizde bir güce tapma isteği, arzusu çok fazla ve yargı da bunun uygulayıcısı konumunda, maalesef böyle. Şimdi madem yaşadığımız olaylar arttı.
Basın mensupları özellikle ciddi bir şekilde bunun baskısı altında. Ben şunu gördüm, Sayın Bekir Coşkun “saray var rezil eder, saray var vezir eder” gibi bir yazıdan dolayı yargılanıyor, yazısından dolayı yargılanıyor. İçerisinde Cumhurbaşkanı’nın adı yok, Cumhurbaşkanının makamı yok, sadece benzer örnekteki bir yazı Mine Kırkkanat’ın yazdığı bir yazıyı alıp art kendi üslubunda değerlendirmiş, bundan dava açıldı. Şimdi neden? Nedeni şu, yargı ve savcıların tayin sistemi, liyakat sistemi açtıkları davayla ilerlemeye başlıyor. Yargının siyasallaşması, tarafsızlığını yitirmesi, tam da bu etkiyi doğurdu. Yani, Cumhurbaşkanına karşı hakaretle ilgili ne kadar dava açarsanız, o kadar güzel tayin yerleri sizin oluyor, bunu özellikle takip etmeye çalışıyorum. Bu caydırıcı etkiyi yaratan hâkim savcı bir sonraki tayin döneminde gerçekten yükselerek ilerliyor veya ayrıcalıklı istedikleri tayin yerlerini buluyorlar.
Yargı bu pratiğe gelince tabi işler ciddi bir baskı boyutunu bulmuş oluyor, bu sıkıntı.
Pratikte neler çıkmaya başladı, bu gazeteciler için, her gün ifade verme, savcılığa gitme, yargılanma eğer hüküm açıklanmışsa, geri bırakılmasıyla biten mahkûmiyetler olmaya başladı, gazeteciler için.
Bu vatandaşlar için daha vahim, gazetecilere bu sistemi uyguluyor ama vatandaşlara tutuklamalar başladı. En orantısız şekilde suç olmaması gereken tutuklamanın o kapalı suçlar olmamasına rağmen uygulama gerçekten fecaat gerçekten çok sıkıntılı.
Ayakkabı kutusu gösteriyorsunuz, Cumhurbaşkanına hakaretten tutukluyorlar, bir meslektaşımızın hâkimlik mülakatında biliyorsunuz, İstanbul 2. Asliye Ceza Mahkemesinde günlük duruşma çizelgesine bakıyorsunuz 13 dava var, 10 dava Cumhurbaşkanına, yani adliye yargı, ailesine hakaretin uygulandığı fiilen geçtiği bir yer oluyor. Daha komiği var, isimler geçmiyor,  başkasının yazısından dava açılıyor. Uygulama da şöyle: Cumhurbaşkanının avukatı gidiyor, aynı kes-kopyala-yapıştır dilekçesini hiçbir süzgeçten geçirmeksizin sadece yazıyı koyuyor, ne ile suçlandığınızı bilmiyorsunuz, isnadı öğrenme hakkı orda yok. Siz kendiniz yorumluyorsunuz, acaba şu ifadeyi alındı da bundan dolayı mı suçlanıyoruz diye kendiniz yapıyorsunuz. Savcılığın orda bir görevi var, bakması ve incelemesi gibi aynen iddianame veya Adalet Bakanlığının izni olarak bakanlığa gönderiliyor. Bakanlıktan bir süzgeç bekliyorsunuz, bir görev yapar mı,  kimi kime şikâyet ediyorsunuz da umut bekliyorsunuz, oradan da aynen izin veriliyor geri geliyor. Sonuçta da kamu davasına dönüşmüş oluyor.
Yine Sözcü’nün yazarı Sayın Kemal Baytaş’ın bir davası odu. İşin aslı şurda, kendi yazısı değil, Rahmi Turan’ın köşe yazısından dolayı yargılanıyor. Yani bu skandal, başkasının yazısından yargılanmaya başlıyorsunuz. Kendi yazınızdan değil, o kadar vahim bir noktada.
Dolayısıyla burada ne yapılabilir, nereye gidilebilir, yargı aklımıza geliyor, maalesef yargıya kendimizi teslim ederek güvenemiyoruz, çünkü bizatihi sorunun kaynağı yargı uygulamalarından kaynaklı. Anayasa Mahkemesi bir umut ışığı, bana göre, Anayasa Mahkemesi bireysel başvuru kararlarınaa gösterdiği değil tutumlarla şunu açıkça ifade etti, hakarete özgürlüğü bağlayıcı ceza vermek en son çare olması gerekir. Soruşturma da açmamız gerekir ki AİHM nin kararlarını kendi iç hukukumuza güzel bir şekilde aktardık ve ciddi uygulama da yaptık. Bu bir umut ışığı. Fakat Anayasa Mahkemesi ve AİHM içinden çıkan kararlar, bizim bedelini peşin ödediğimiz gecikmeli bir adalet anlayışının yansıması, yani oraya kadar korkunç bir baskı, can sıkıcı moral bozukluğu, yani, bunu ilk dereceye nasıl kaydıracağız, önemli olan bu. Tamam, Anayasa Mahkemesi, AİHM çok güzel kararlar veriyor. O süre çok uzun bir süreç, dolayısıyla bu ilk dereceye Savcılık da indirilebilecek bir mekanizmanın mutlaka olması gerektiği kanaatindeyim. AİHM kararları bizim geçmişte de olan, Pakdemirli kararı çok ciddi yol gösterici karar. Türkiye’nin bu konuda sicili var, Avrupa’nın da var, Özellikle İspanya gibi karalar bizim çok yol gösterici ve kıyasladığımız zaman Türkiye’de artık çok örtüşen kararlar. Orda da, krala hakaret ayrı bir cezaya tabi, orda da daha ağır cezalar söz konusu, orda da Bask Bölgesinin milletvekillerinin daha doğrusu muhalif kişilere çok ciddi ve yoğun bir baskı var. AİHM Avrupa Konseyi üyesi üyeliklerine, özellikle medya ile bölümüne ve de BM İnsan Hakları Komitesinin tavsiye kararları var. Deniyor ki, “hükümete, devlet başkanına ayrıcalıklı bir konum getirmeyin. Bu artık demokratik bir yapıda söz konusu olmayacak derecede aşınmış bir konudur” diye değerlendiriyor. Avrupa’yla bizim aramızdaki fark şu: AİHM nin kararları Avrupa ülkelerinde ciddiyetle takip ediliyor yasamalarını etkileyebiliyor. Fakat  biz kendi Anayasa Mahkemesinin kararlarlını bile uygulatamıyoruz. Oysa AİHM kararları aktif kalamıyor veya yasamayı veya bir başka şekilde yargıyı etkileyemiyor, aramızdaki temel fark bu. Onlar iyi yöne evirebiliyor çevirebiliyorlar bu kararları, ama biz maalesef onu takipte geç kalıyoruz.

“GÜÇTEN SANA TAVIR KOYUYORUZ, BİREYLE DEVLET AYIRIMI YAPAMIYORUZ”,
Türkiye’deki yargı pratiğinin maalesef durumu şu: Güçten sana tavır koyuyoruz, bireyle devlet ayırımı yapamıyoruz,  yani bireyin devlet için mi, yoksa devletin mi birey için tartışmasını nedense artış hep güvenlik baskısı altında hep devletten yana tutum takınıyoruz. Güç dengesi artık tutuklamaya dönen bir baskı aracına dönüyor. Diğer konuşmacıların aksine siyasal mücadele boyutunda olduğunu bu ayrı bir tartışma konusu, fakat hukuken tartışması gereken üç dört farklı alternatif olacak. Bunardan bir tanesi hakareti veya Cumhurbaşkanına hakareti suç olmaktan çıkartılması, bu bir alternatif, fakat konjoktör gereği zor olduğu açık, konjonktür revizyonu olduğu bu gücün bu iradenin gözüküyor.
 Somut norm denetimi bunun bir tanesi, somut norm yönetimi için bütün meslektaşlarımızın bu davalarda Anayasaya aykırılık iddiasını yüksek sesle dile getirmesi gerektiği kanaatindeyim. Konu AYM in önüne geldiğinde bu konuyu ciddiyetle inceleyeceği kanaatindeyim. Eşitlikten mi ilerler yoksa Anayasa 13 den mi ilerler göreceğiz, bunun takınacağı tutumun ne olacağını önüne götürebilmek Anayasanın 90/5 maddesi, Murat Bey söyledi, dile getirildi ama bir mevcut pozitif düzenlemeyi es geçerek acaba yapılabilir mi sorusu pratik anlamda biraz zor ama tartışmaya açık belki Anayasa Mahkemesi onu değerlendirecektir.
Bir de tabi ki Avrupa Birliğinin (AB) nin burada bir baskı aracı olarak kullanabilineceğini düşünüyorum. Şimdi tekrar görüşmeler başladı bazı konularda, enerji falan, ama temel haklar ve yargı bağımsızlığıyla ilgili fasıllar açıldığında Türkiye’ye bu yönden yapılacak baskıların AB den gelecek bu yapılanmanın bir çözüme itebileceği kanaatinden düşük bir ihtimalle en küçük faslı iddiayı AYM nin somut norm denetimi ile olacağını düşünüyorum, AB de bu konuda  bazı yapması gerektiğine inanıyorum  umarım. Umut ışığı olan AYM bu soruna bir çözüm getirecektir. Bunu her olayda bunu taşıyıp anayasaya aykırılık iddiasında bulunup yürekli yargıç ve savcıları bulduğumuz andan itibaren bu sorunun çözümüne katkı sunacağına inanıyorum”.

 Cevat Kulaksız
ckulaksizster@gmail.com
Disqus Yorumları Yükle

0 yorum

Disqus Shortname

Comments system