Atatürk'e hakaret olarak kullandıkları bu ifadelerin tarihsel süreçte, dünyanın değişip gelişmesinde oynadığı rolden de habersizdirler. Bu çevreler, 1950’ lerden beri kendilerine, iç ve dış Türkiye düşmanlarınca ezberlettirilen yalan ve uydurma bilgilerle ve iğfal ettikleri bu tür kavramlarla Türk halkını Atatürk’e ve kurduğu çağdaş Cumhuriyet’e düşman hale getirmeye çalışmaktadırlar.
Ancak Atatürk ve Cumhuriyet karşıtlarının, “Elit Mustafa Kemal!” veya “Kemalist elitler!” teorisinin - onların düşündükleri anlamda- hiçbir tarihsel dayanağı olmamakla birlikte aslında "Elit Mustafa Kemal" ve "Kemalist elitler" kavramı özünde, - kavramlar yerli yerinde kullanıldıkları takdirde- son derece doğru tanımlamalardır. Evet, yan bağımlı, çok geri kalmış, savaş yorgunu bir ümmet imparatorluğunda yapıp ettikleri dikkate alındığında; akla, bilime dayalı; ulusal, çağdaş ve laik Türkiye Cumhuriyeti kuran Mustafa Kemal Atatürk tabi ki bir elittir.
Osmanlı Devleti'nde kendini çok iyi yetiştirmiş, dil bilen, çok okuyan, toplumu ileriye yönelik değiştirmek, dönüştürmek amacıyla çok büyük bir devrim gerçekleştiren Atatürk'ün devrimci kişiliği bakımından bir elit olmadığını söylemek mümkün müdür? Atatürk bu anlamda evet bir elittir. Atatürk'ün çağdaş devrimini düşünceden uygulamaya geçirirken onun çevresinde yer alıp devrimci adımları destekleyen aydınlar ve bu devrimci sürecin bizzat uygulayıcısı durumundaki devlet adamları da -bu anlamda- elittir. Bu anlamda evet, onlara da "Kemalist elitler" demekte hiçbir sakınca yoktur. Ancak Atatürk'ün ve dava arkadaşlarının elitizmi, Atatürk karşıtlarının kafasında ve dilindeki gibi halktan kopuk, halka karşı bir elitizm değildir. Atatürk ve dava arkadaşlarının elitizmi, yüzyıllar içinde her bakımdan çağın gerisinde kalan bir halkı bilgi, görgü ve donanımlarıyla ve yurtseverlikleriyle ileriye taşımak anlamında bir elitizmdir.
Atatürk'ün başarısının sırrı her adımında halkla birlikte hareket etmesi ve en zor zamanlarında bile mutlaka halka inanıp güvenmesidir. Türk milletiyle Atatürk arasındaki karşılıklı gönül bağı, saygı, sevgi ve inanç önce Kurtuluş Savaşı'nın, sonra uygarlık savaşının kazanılmasını sağlamıştır. Atatürk’ün önderliğini yaptığı tüm mücadeleler özünde hem “hak mücadelesi”, “hem halk” mücadelesidir. Bu nedenle daha Kurtuluş Savaşı’ nın başlarında I. TB- MM’nin kurucu hükümetini bir “Halk Hükümeti” olarak tanımlayan Atatürk, bu hükümetin programının “Halkçılık Programı” olduğunu ilan etmiştir. Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı yıllarındaki bu Halkçılık Programı, Cumhuriyet döneminde Halkçılık ilkesine dönüşmüştür. Türk Devrimi’nin özü durumundaki ilkelerden biri işte bu Halkçılık ilkesidir.
Atatürk sürekli başarı sırrının, ilham kaynağının "milletin gerçek hisleri ve emelleri" olduğunu söylemiştir: "Memleket ve millet hizmetlerinde baş olmak isteyenlerin ilham kaynağı milletin hakiki hisleri ve emelleridir. Bizim anılmağa değer bir hareketimiz varsa o da milletin duygu ve eğilimlerinde varlığına temas etmeğe çalışmaktan ibarettir. Her türlü muvaffakiyet sırrının, her nevi kuvvetin, kudretin hakiki kaynağının, milletin kendisi olduğuna kanaatimiz tamdır."
Görüldüğü gibi Atatürk, bir anlamda gerçek "elit"in tanımını yapmıştır. Ülke ve ulus hizmetlerinde "baş olmak" isteyenlerin; liderlerin, önderlerin, yol göstericilerin, devrimcilerin, yani gerçek elitlerin "ilham kaynağının" halkın duyguları, arzuları ve halkın kendisi olduğunu belirtmiştir. Bir keresinde, "Milletimde bugünkü başarıyı doğrulayabilecek hisleri görmüş olmak... Bütün bahtiyarlığım işte bundan ibarettir" demiştir. Atatürk, başka bir konuşmasında da millet istemeseydi kendisinin hiçbir şey yapamayacağını ifade etmiştir: "Bu millet, kılı kıpırdamadan dava uğruna ve benim uğruma canını vermeğe hazır olmasaydı, ben hiçbir şey yapamazdım." Atatürk, ilham kaynağının neresi olduğunu
soranlara da ilham ve kuvvet kaynağının "milletin kendisi", daha doğrusu "milletin vicdanı" olduğunu söylemiştir:
"Bizim ilham kaynağımız doğrudan doğruya büyük Türk milletinin vicdanı olmuştur ve daima da öyle olacaktır." Bir keresinde de "Bütün harareti, feyiz ve kuvveti milletin vicdanından aldıkça, bütün teşebbüslerimizde milletin aklıselimini rehber kabul ettikçe, şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da milleti doğru hedeflere götüreceğimize imanımız tamdır." demiştir. Atatürk, her zaman dile getirilmese ve belirtilmese de, mutlaka milletin "ortaklaşa bir fikrinin" olduğunu söylemiştir. Şöyle demiştir: "Varlığımızı, bağımsızlığımı kurtaran bütün işler ve hareketler milletin müşterek fikrinin, arzusunun, azminin yüksek belirtisinden başka bir şey değildir."
Yarı bağımlı, geri kalmış bir ümmet imparatorluğunda hem işgalci,sömürgesi emperyalizme hem de kendini Allah'ın yeryüzündeki gölgesi olarak gören bir padişaha karşı "ulusal bağımsızlık", "ulusal egemenlik" ve "uygarlık" savaşı başlatan ve bu bunun için önce halkla birlikte bir kurtuluş savaşı kazanan, sonra da halkçı bir devrim gerçekleştiren Atatürk'ü, halktan kopuk, halka düşman, halk karşıtı bir elitist/ seçkinci olarak göstermek her şeyden önce gerçek dışıdır.
Yüzyıllardır ötekileştirilip yönetim kademelerinden özellikle dışlanan, hatta diliyle kültürüyle dalga geçilen, köylü, çiftçi ve asker olmaya zorlanan ve her bakımdan merkezden çevreye itilen bu toprağın insanını, Türkleri, devşirme unsurların yerine yeniden devletin asıl sahibi haline getirip, çevreden merkeze taşıyan Atatürk, olsa olsa ulusçu, halkçı bir elitisit olur!
Türkiye’de maalesef 1950'lerden beri halkın cehaletinden ve dindarlığından beslenen, bu nedenle cehaleti övüp dini kullanan halk düşmanları, halkçı geçinmektedirler. Fakat gerçek halkçılık, halkının cehaletinden beslenmek değil, bazen halkın tepkisini çekmek pahasına her türlü cehaletle sonuna kadar mücadele etmektir.
Gerçek halkçı, her zaman halkın yanında duran idare-i maslahatçı değil, bazen halktan öğrenen, bazen de halka yol gösteren devrimcidir. Yani aslında gerçek halkçı biraz da elitisttir, elitisit olmak zorundadır.
Değişik kaynaklarda anlatıldığı gibi Atatürk’ün anne ve baba soyu alt veya orta tabakaya mensuptur. Anne tarafından dedesi Sofuzade Feyzullah Efendi ve baba tarafından dedesi Kırmızı Hafız Ahmet Efendi “alt tabakadan” gelen, halkın içinden çıkan Müslüman Osmanlı Türkleridir. Hayatlarını kazanmak için sürekli mücadele etmişlerdir. Onların çocukları Ali Rıza Efendi ve Zübeyde Hanım da aynı şekilde doğuştan gelen hiçbir imtiyaza sahip olmadan, parçalanan bir imparatorlukta yaşam mücadelesi vermişlerdir. Genç yaşta dul kalan Zübeyde Hanım çok geçmeden ikinci eşini de kaybedince oğlu Mustafa’yı ve kızı Makbule’yi Osmanlı'nın en buhranlı günlerinde tek başına besleyip büyütmüştür. Şevket Süreyya Aydemir'in ifadesiyle, "Gerek Zübeyde, gerek Ali Rıza Efendi, her ikisi de halktan gelen birer halk çocuğudurlar. Aileleri, halk denilen canlı ve hareketli yığının öz malıdır. Hemen bütün Türk aileleri gibi onların ailelerinin de bir ve nihayet iki kuşak ötesi hatırlanmaz. Türk tarihinde halktan gelip, sonra halkın hayatına yöne veren bütün önderler gibi Mustafa'nın da çapraşık ve çoğu zaman soysuzlaşan soyluluk bağlantıları şeklinde bir aile asaleti yoktur. Mustafa, annesi Zübeyde, babası Ali Rıza Efendi tarafından, asalet, şöhret ve servet mirasının yükü altında ezilmez. Denilebilir ki onun tarihi kendisiyle başlar ve kendisiyle biter."
Mustafa Kemal Atatürk de yoksul Müslüman Türk halkının yaşadığı tüm sıkıntıları en derinden yaşamıştır. Bir taraftan vatan mücadelesi verirken, diğer taraftan uzak yakın akrabalarının maddi sorunlarıyla uğraşmıştır. Örneğin Birinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde Sofya’da askeri ataşeyken 17 Ocak 1914’te İttihat Terakki’nin önde gelen isimlerinden Cemal Paşa’ya yazdığı mektupta, aylığının zamanında gelmediğini, Fethi Bey sayesinde karnını doyurduğunu, annesi ve kız kardeşinin Selanik’te parasızlıktan dolayı “çırpındıklarını”, “terzinin parasını bile ödeyemediğini” ve “Lütfi Enişte’nin de İstanbul’da sefil bir halde süründüğünü” yazmıştır. Büyük Taarruz hazırlıkları öncesinde, 19 Haziran 1922 tarihinde yazdığı bir mektupta da “aradan geçen üç sene boyunca annesi Zübeyde Hanım’a yaptığı yardımlardan dolayı Sezai Ömer Bey’e teşekkür ederek” ondan, o sırada İstanbul’da bulunan “halası ve bazı akrabalarının geçimlerini sağlayabilmeleri için” kız kardeşi Makbule Hanım’a her ay 100 lira vermesini rica etmiştir. Sezai Ömer Bey bu parayı, Mustafa Kemal’in bıraktığı 2000 liradan ödeyecektir.
Babası geçimini sağlamakta zorlanan, annesi geçim sıkıntısı çektiği için tek oğlunun yatılı askeri okulda okumasına izin veren ve ikinci kez evlenen bir ailenin çocuğu olan Mustafa Kemal Atatürk, dişiyle tırnağıyla, aklıyla, iradesiyle mücadele ederek, deyim yerindeyse söke söke bir yerlere gelmiştir. Çok daha önemlisi sadece kendisi değil ulusunu da bir yerlere getirmiştir. Rüşvetin, adam kayırmanın, din bezirgânlığının pirim yaptığı bir çağda namuslu bir şekilde çalışarak, halka inanıp güvenerek ve aklını kullanarak ilerlemiş ve önce Çanakkale’de, Kurtuluş Savaşı’nda asker olarak vatanı kurtarmış, sonra da bir devlet adamı olarak çağdaş bir ulus devlet yaratmıştır.
Atatürk, Türk ulusunu dünyadaki uygar uluslar düzeyine çıkarmak için çok önemli bir devrim yapmıştır. Bu devrimde temel amaç, asırlar içinde geri bırakılan Türk ulusunu yaşayışıyla, davranışıyla, görünüşüyle ve düşünüşüyle her bakımdan çağdaş bir ulus haline getirmektir. Atatürk, devrimle- rini yurt gezileriyle bizzat halka anlatmıştır. Bir anlamda odevrimini halkın ayağına götüren bir devrimcidir. Hiçbir zaman -bizim Atatürk karşıtlarının düşündüğü anlamda- elitist bir tavırla halka tepeden bakmamış, her zaman halkla iç içe olmuştur. Atatürk’ün yurt gezilerinde korumasız biçimde halkla birlikte olduğu fotoğraflarına bakılacak olursa halkın dertleriyle nasıl dertlendiği, halkın sevinçleriyle nasıl mutlu olup sevindiği çok rahat bir şekilde görülecektir. Bu nedenle Kemalist devrim -halka tepeden bakmak anlamında- elitist değil, halkçıdır. Bu devrimi yapan adam, Mustafa Kemal Atatürk, halkın bağrından çıkarak her türlü yabancı unsurlara, soylulara, zenginlere, işbirlikçilere, din bezirgânlarma ve saraylılara karşı mücadele ederek çağdaş, laik ve halkçı bir sosyal hukuk devletinin temellerini atmıştır. Halkın desteğini arkasına alan Mustafa Kemal Atatürk, halkla birlikte, doğuştan gelen ayrıcalıklara sahip “Osmanlı saray elitine” ve kişisel çıkarlarını korumaya çalışan, köhne düzenden beslenen, işbirlikçi “Osmanlı bürokrat elitine” karşı da mücadele etmiştir.
Bizim Atatürk karşıtlarına şunu sormak gerekir! Babadan oğula geçen saltanat ve ondan nemalananlar mı sizin anladığınız anlamda elittir, yoksa kelle koltukta özgürlük ve bağımsızlık mücadelesi verenler mi? Araştırmacı Soner Yalçın bir yazısında -halka tepeden balan, hatta halkı sömüren
anlamda- asıl elitin “karşı devrimciler” olduğunu şöyle ifade etmiştir:
“Bugünlerde bazı siyasetçiler, Cumhuriyet ideolojisini eleştirmek için sürekli küfür gibi ‘seçkinci’, ‘elitist zümre’ lafını kullanıyorlar. isim vermeseler de sözleri hep Atatürk’ü hedef alıyor.
Oysa: Atatürk’ün birlikte yola çıkıp sonra ayrıldığı ve Atatürk’e seçkinler yapıştırması yapanların pek sevdiği Rauf Orbaylar, Kâzım Karabekirler, saltanatçı seçkinlerdi.
Atatürk halk çocuğuydu. Bu nedenle CHP’nin altı okundan biri halkçılıktı. Ne günlere kaldık.
Toprak reformuna karşı çıktığı için CHP’den kovulan toprak ağası, zengin aile çocuğu Adnan Menderes halk çocuğu oluyor, yoksul ailenin çocuğu Atatürk ise seçkinci, öyle mi?
Kimin hangi sınıf için çalıştığı ortadayken, tarih bu kadar tersyüz edilebilir mi?”
Her şeyden önemlisi Atatürk, "Sınıfsız imtiyazsız kaynaşmış bir kitleyiz" sloganıyla her türlü sınıf ayrımını ve sınıf çatışmasını reddetmiştir. Atatürk, daha cumhuriyetin ilan edilmediği günlerde "Biz kimiz, neyiz? Adımızı koyalım!" diyenlere, "Biz bize benzeriz" dedikten sonra "Bizim hükümetimiz halk hükümetidir" karşılığını vermiştir.
Sinan Meydan/BÜTÜNDÜNYA
Kaynakça: Utkan Kocatürk, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Ankara, 1969 / M. Agah, Gazi’nin Vecizeleri, İstanbul, 1930. / Necati Gündüz, Atatürk Çağı ve Zihniyeti, Ankara, 1973 / Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam Mustafa Kemal, C1, İstanbul, 2009. Murat Bardakçı, “Mustafa Kemal’in Mektuplarında Sözünü Ettiği Meçhul Akrabalar” Hürriyet, 7 Ağustos 2005, s. 27 / Soner Yalçın, “Ali Rıza Efendi ile Zübeyde Hanım Evliliğinin Trajik Hikâyesi”, Hürriyet, 18 Mayıs 2008, s. 34. / Komisyon, Atatürk'ün Bütün Eserleri, (30 Cilt) İstanbul, 1998-2011/Sinan Meydan, Atatürk İle Allah Arasında, 9 bas. İstanbul, 2015.
0 yorum