6 Ocak 2016 Çarşamba

Gazze ve Arap Çöllerinde Askerelerimizin Çektikleri

Gazze ve Arap Çöllerinde Askerelerimizin Çektikleri
Gazze İsrail’le Mısır arasında kalan küçük bir arazi parçası ama hem kitabi dinlerce kutsal sayılan Küdüs’e yakın olması, hem de hac yolunda bulunması ayrıca ticari yolların kavşağında olması nedeni ile yöre bir çok kavimlerin ilgisini çekmiş tarih boyunca en hazin olaylar, savaşlar bu bölgede olmuştur.
1187 de Selahattin Eyyübi’nin Haçlıların elinden aldığı Gazze Kudüs krallığına bağlı idi. Moğolların da istilasına uğrayan bölge 24 Ağustos 1516 da yapılan muhteşem Mercidabık muharebesini kazandıktan sonra Osmanlılarca fethedilmiştir. 1917 yılına kadar 401 yıl Osmanlı himayesinde kaldıktan sonra, Arapların, Türklere karşı işbirliği ihanetleri ile bölge elden çıkmıştır.
Aşağıdaki sayfalarda bir kısmına yer verdiğimiz, çok hazin ve kanlı olayların, savaşların yaşandığı bu bölgede, Kudüs’ten Yemen’e kadar Arap çöllerinde binlerce Türk şehit olmuştur. Haçlı Seferlerinden beri, Hicaz, Kudüs, Gazze gibi kutsal topraklarda Türkler, Arapların, bu toprakların yüzlerce yıl bekçiliğini yapmış, oluk gibi kan akıtmıştır.
1900 lerde nüfusu 40 bin civarında iken, Birinci Dünya Savaşı sonuna doğru nüfusu 20 bin civarına düşmüş; günümüzde ise, İsrail’in baskıları sonucu zorunlu göçlerle nüfusu bir buçuk milyona ulaşmıştır. Bu verimli Akdeniz bölgesinde, İsrail, Hamas’la Filistin’den gelen füze saldırıları nedeni ile Gazzeyi denizden karadan abluka altına almıştır.
Gazze'nin tarihi konusunda çok fazla gerilere gitmeye gerek görmüyoruz. Çünkü bu bölgenin tarihi de Filistin'in genel tarihinden bir parçadır. Burada sadece yakın tarihte gerçekleşmiş ve bu bölgeye özel sayılabilecek bazı gelişmelere özet bilgilerle işaret edeceğiz.
Siyonistlerin 1947'de devlet kurma sürecine girmeleri döneminde Gazze onların kontrolleri dışında kalan bölgeler arasındaydı. 1948'de Filistin'in paylaştırılmasına dair 181 sayılı BM Genel Kurulu kararında Gazze, Filistinlilere verilen bölgeler arasında sayıldı. Ancak Filistinlilerin kendilerine özel herhangi bir bağımsız yönetim kurmalarına imkân verilmediğinden, "Filistin" olarak gösterilen bölge Ürdün ile Mısır'ın hâkimiyetine verildi. Gazze de Mısır'ın kontrolüne verilen bölgeler arasında yer aldı. Siyonistler, İngiltere ve Fransa'yla işbirliği yaparak Mısır'a karşı açtıkları 1956 Süveyş Savaşı'nda Gazze'yi işgal ettiler. Ancak 7 Mart 1957'de bölgedeki işgal güçlerini çektiler. Bundan on yıl sonra yani 1967 Haziran Savaşı'nda Gazze'yi tekrar işgal ettiler. Bu işgal Mısır ve Ürdün'ün ihaneti neticesinde gerçekleşti.
1967 işgalinden sonra Siyonistler bölgeyi askeri yönden kontrol altına almak amacıyla Yahudi yerleşim merkezleri inşa etmeye başladılar. Bu yerleşim merkezlerinin kuruluş süreci ve stratejik ciheti hakkında inşallah daha sonra bilgi vereceğiz.
1994 Kahire Anlaşması'ndan sonra Gazze ve Eriha'da bir özerk yönetim kurduruldu. Ancak işgal devleti o zaman Gazze'deki yerleşim merkezlerini kapatmadığından bölgedeki askerlerini de çekmedi. Sadece Filistinlilerin yoğun olduğu bölgelerdeki askerlerini yahudi yerleşim merkezlerinin etrafına ve geçiş noktalarına çekti. Dolayısıyla bölgeyi yine askeri yönden sıkı bir denetim altında tutuyordu. 2000 yılında başlayan Aksa İntifadası sürecinde işgalci devlet askerlerini yeniden Gazze'nin muhtelif bölgelerine yaymaya başladı.[i]
MAHALLENİN (ORTADOĞU’NUN) ABİSİ Mİ?
Gazetelerin yazdığına göre, Arap Hamas bir açıklamasında Filistin örgütü, diğer örgüt Filistin Kurtuluş örgütü ile barışma girişimlerinde, Türkiye Başbakanı RTE kendi kendine Ortadoğuda ağabeyliğe soyunadursun,“Türkive’nin değil, Mısır’ın arabuluculuğunu” istemiştir.
Mısır’da yayınlanan “Al Masri Al Youm gazetesinin 10 Haziran tarihli yazısından öğrendiğimize göre, Hamas’ın Gazze’deki lideri İsmail Haniye, Türkiye’nin Hamas ve El Fetih arasında arabuluculuk yapma konusunda şunları söylemekte:
“Hiçbir ülke Mısır’ın Filistin ulusal davasında oynadığı merkezi rolü oynayamaz. Türkiye’nin El Fetih ile sorunu çözmeye yardım etmeye hazır olması, Mısır’ın yerini alacağı anlamına gelmez”. [ii]
Zaman zaman konuşmalarını şiirle sürdüren Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Arap dünyasına karşı siyasetini savunmak için Mehmet Akif’in şu dizelerini konuşmasında söylemiştir:
“Türk Arabsız yaşamaz. Kim ki ‘yaşar’ der, delidir!
Arabın, Türk ise hem sağ gözü, hem sağ elidir.”
Mehmet Akif Ersoy bu şiirindeki dizelerle, Osmanlı İmparatorluğunun yıkılış yıllarında parçalanan devleti, hiç olmazsa Arap’larla bari birliği sağlayabilmek amacıyla yazmış olmasına karşın, burada Türkleri küçümseyen bir hava olduğundan Safahat’ın son baskısında bu mısraları şiire eklememiştir. Türklerle Arapların din birliğinden gayrı ortak amaçlı bir ülküleri yoktur.
Hal böyle iken, bölgenin ağabeyliğine soyunan Başbakan RTE bunları düşünmeli, Araplara hiç güvenilmeyeceğini, Birinci Dünya Savaşındaki ordumuza yapılan Arap (Şerif Hüseyin) ihanetlerini düşünerek bilmeli idi. Mısır İnsani yardımlarda bile Gazze Refah sınırını kapatması, Arap’in Arap’a yaptıkları, ihanet davranışları gerçekten çok ilginç bir durum olsa gerek. Hele Başbakan RTE nin dinsel düşüncelerle, İstanbul’lla Küdüs’ün güvenlik açısından bir olduğunu kıyaslaması gerçekten çok manidar. Arapların elindeki toprakların bekçisi neden Türkiye oluyormuş.
Arapların gazına gelen AKP-RTE iktidarı, (biraz belki de içerde gündem değiştirmek için) Batı ittifakında yer almasına karşın, Batı ile ters düşen politikaları, eylemleri, söylemleri ile AB yolundan Türkiye’yi saptırma davranışları görülünce “eksen kayması” şüphesi uyandırmaktadır..
Ahmedinejat’la, El Beşir’le kucak kucağa olması, Batı’ya karşı nükleer enerji alanında İran’ın avukatlığını yapmaya kalkışmasını gören AB milletvekillerinin bazıları (Hollanda), AB toplantılarında “sizin dostunuz Ahmedinejat” diye çıkışmaya başladıklarını görmekteyiz. Araplar Gazzeye, kendi halkına ilgisiz kalırken ve kendi ülkesinin bin bir sorunu varken, Gazze savunmasına kalkışmak ne derece isabetlidir?
ONUR ÖYMEN SORUYOR
CHP Milletvekili Onur Öymen hükümetin tavrını şöyle eleştiriyor:
“Kıbrıs, Kürt, Ermeni sorunlarında ülkenizin aleyhinde de olsa Batılıların istediğini yapıyorsunuz... Radikal İslam beklentileri söz konusu olduğunda Batı’ya kafa tutuyorsunuz. Neden? Çünkü aklınızca radikal İslam ülkelerinin liderliğine soyunuyorsunuz... ” Bu arada kimlerin liderliğine soyunuyoruz; İran, Suriye, Hamas, Hizbullah ve Sudan’ın... Ne sevimli bir cephe, ne akılcı bir dış politika![iiil
ARAP ÇÖLLERİNDE BİNLERCE ASKERİMİZ ŞEHİT OLDU
Gazze, Araplar derken, konuyu daha iyi kavramak için yüz yıl önceki yöreye, olaylara, anılara bir göz atmak istedik.
Osmanlı çöküş döneminde, Yemen’den Galiçya, Kafkaslara kadar binlerce km uzaktaki cephelerde 2 milyon askeri ile başta İngiltere, Fransa, birbirinden güçlü devletlerle savaşmak zorunda kalmış; Lawrens, Ermeni, Arap ihanetleri ile, Arap çöllerinde 200 bin askerini esir vermiştir.
Anadolu köylüsü yoksulluk perişanlık içinde iken, Abdülhamit, binlerce altın harcayarak Hicaz’a kadar demiryolu yaptırmıştı. Bu bir yana, Gazze’den, Şam’dan Yemen’e kadar, binlerce askerimiz çarık tabanla aç susuz yollanmış. Zamanında erzakı, istihkakı gönderilememiş. Asker susuz, aç, perişan, hastalıktan tifüsten kırılıyorken, Birinci Dünya Savaşı bitmiş olduğu halde devlet askerini o çöllerden, Yemen’den getirmek için ne bir vasıta, ne bir gemi bile bulamamış. İşte o günlerden bu yana bin bir çeşit anıları anlatan, destanlar yanık türküler dillerde hala havalanırken, Arabın Türk askerini arkadan vuran ihaneti bilinirken, şimdilerde AKP-RTE iktidarının hamaset duyguları ile o yerlere tekrar yönelmemizi hiç de gerekli görmüyoruz. Arabın toprağını Arap korusun, dünyada başka Müslüman devlet mi yok. “Türk Arapsız yaşayamaz” safsatasını anlamakta zorluk çekiyoruz.
O yıllardan, o çöllerden askerimizle ilgili öylesine acılar, ihanetler duyduk ki, yürek yakan binlercesinden birkaç tanesine yer vermek istedik.
Yemen bizim neyimize?
Sıvan düştü evimize
Bak yavrular yetim kaldı 
Güvenmeyin beyinize
Basma fistan kirlenirse
Başta lecek düglenirse 
Ya kimlere baba desin 
Yetim yavrum dillenirse
Günden yanı soldu m’ola 
Yerden yanı uludu m’ola 
Yiğidimin ala gözün 
Karıncalar oydu m’ola
15 BİN ASKERİMİZ NASIL KÖR EDİLDİ

Gazze ve Arap Çöllerinde Askerelerimizin Çektikleri
Birinci Dünya Savaşının bitimine doğru Filistin’de, Gazzede İngilizler, kendilerine esir düşmüş 15 bin kadar Türk askerine, çölün kavurucu sıcağında acıların en acımasızını uyguluyor, asker cephesinde Türk soykırımı yapıyorlardı.
Gaziantep ve yöresini işgal eden emperyalist güçlere uşaklık, kılavuzluk yapan hain Ermeni’ler, Türk halkına acımasızca saldırırken, güneyde Arap çöllerinde de, İngiliz ordusunda görevli Ermeni doktorlar, masum, silahsız Türk esirlerine en acımasız zulümleri uyguluyorlardı. Silahı ile nişan almayı önlemek için, gözünde hastalık var bahanesi ile Türk esir askerlerinin genelde sağ gözlerini çıkarıyorlarmış.
Tarihin açılmamış sayfalarında unutulmuş, aşağıda anlatılan Türk esirlerin gözlerini kör eden olay, güya “temizlik” uygulaması için, İngiliz ordusunda görevli Ermeni doktorlarca uygulanmıştır. Osmanlı, sonra da Mustafa Kemal ve Kuvayi Milliye, son vatan topraklarını kurtarma mücadelesi verirken, uzak diyarlarda esir düşmüş askerlerinin haklarını takip edememiş, koruyamamışlar, sonra da unutulmuş gitmiş. Yukarıda, tarihçi Cezmi Yurtsever’in site kaynağından aldığımız resimli yazıda görüldüğü gibi, olay TBMM tutanaklarına da geçmiştir.
Aşağıda anlatılan olayda olduğu gibi, Gaziantep, Van, Bitlis, Erzurum ve Kars vb nice vatan toraklarında, işgalcilerin desteğinde, asıl soykırımı Ermeni’ler Türklere uygulamışlardır. Gaziantep’liler işgalci emperyalist İngiliz ve Fransızlara karşı direnirken, aynı yıllarda nasıl bir insanlık suçu işlenildiği çölde, esir Türk askerine uygulanan vahşeti irdeleyelim:
Seydibeşir Esir Kampı'nda 15 bin esir Türk ilaçlı sudan geçirilerek kör edilmişlerdi. Konu TBMM'nin gündemine gelmiş, hükümet karar alarak Dışişleri Bakanlığı'nın olayı takip etmesini istemişti.
29 Temmuz 2001 günü Hürriyet gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök, köşesinde İskenderiye'deki esir Türklerden bahseden Yunanlı bir yazara ait bir kitapta İskenderiye'de esir tutulan kör Türk esirlerin denizde boğulduklarını anlatıyordu.
Olayın belgelere yansıyan gerçek yanı ise şöyle idi: I. Dünya Savaşı'nda İngilizlere esir düşen Osmanlı askerlerinin bir kısmı güvenli bölge olarak Mısır'ın İskenderiye şehri yakınlarında bulunan Seydibeşir Usare Kampı'nda tutuluyorlardı. Kampın tam adı, "Seydibeşir Kuveysna Osmanlı Useray-ı Harbiye Kampı" idi. Burası tek kamp olmayıp birbirinden tel örgülerle ve numaralarla ayrılmış idi. Yaklaşık 135-150 bin civarında Osmanlı esiri orada 2 yıl kadar kaldılar. 1918'de Filistin cephesinden esir düşen 16. Tümen'in 48. Alayı'na bağlı Osmanlı askerleri, 12 Haziran 1920'ye kadar zor şartlar, dayak, açlık altında kaldılar. O dönemde Mısır Genel Komutanı General Allenby, Mısır Usera Müfettişi Albay Simson idi.
Bu konuda Adana’lı Tarihçi Cezmi Yurtsever’in Toroslarda Görüşürüz adlı kitaptan aktardığı bir yazısı şöyledir:
“.. .1917 yılı Kasım ayı başlarında Osmanlı ordusunun Gazze-Birüssebi savaşında savunma hatları harita ve fotoğraflarının casuslar tarafından düşman tarafına verilmesi sonucu ağır bir yenilgi alındı. 13.000 Türk askeri hayatını kaybetti. 12.000 civarında da esir vardı. Osmanlı ordusundan yenilgiler ve bozgun sonrasında Arabistan cephesinde 150.000 asker İngilizlere esir düşmüştü. Ve Türk askerleri için Mısır’da esir kampları kuruldu. Geçtiğimiz günlerde Türk Tarih Kurumu Arşivinde bulunan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 27 Mayıs 1921 tarihli oturum zabıtları belgelerini okudum. Edirne Mebusları Faik ve Şeref Beylerin Atatürk’e sundukları “görüşme konusu” (takrir) belgesinde “Mısır’da sonuçlandırılan İngilizlerin fenni temizlik (tathirat-ı fenniye) bahanesiyle miktarından fazla “cerasol” banyosuna sokarak gözlerini kör ettikleri onbeş
bin (15.000) evladın üzerinde irtikâp ettikleri (deney kobayı olarak kullandıkları) bu cinayetin mutemed failleri olan İngiliz tabipleriyle (doktorlarıyla) garnizon kumandan ve zabitlerinin de cezalandırılmasını isteriz” sözleri yazılı idi. İnsanlık tarihinde bir eşi duyulmamış böyle bir olay 15 bin Türk askerinin cerasol katkılı banyolarda gözleri kör edilerek en hayati insani fonksiyonlarını kaybetmeleri “savaş suçu” olduğu kadar insanlık onurunu ayaklar altına alan vahşi bir uygulama idi. Konuyu gündeme getiren milletvekilleri olay öncesi işgal İstanbul’unda cadde ve sokaklarda birbirine tutunarak yürümeye çalışan çok sayıda esir kamplarından gelme askerin perişan halini görmüşlerdi. Aynı manzara Anadolu’nun her yerinde de yaşanıyordu.
UYGULAMAYI ERMENİ DOKTORLAR YAPTI
Olayın farklı boyutlarını Avustralya ve İngiltere savaş arşivlerinden de yaptım. Avustralya Savaş Merkezi arşivinde JO1208 kod numaralı Türk askerlerinin Mısır’da kırbaçlı kasketli düşman görevliler karşısında çırılçıplak bir halde “cerasol” karıştırılmış su tanklarında zorla banyo yaptırılma fotoğrafına ulaştım. İngiltere Arşivlerinde bulunan Mısır’daki Esir Türk Askerleri tutanak ve belgelerinde Heliopolis esir kampının sorumluları Arsen Kohoren ve Leon Samuel adındaki doktorlardı. Sidi Beşir kampında sorumlu doktor da Osmanlı ordusunda görevli iken bir şekilde düşman safına geçen Halepli ve Ermeni asıllı bir doktordu. Ve bütün bilgiler dünya tarihinde eşi görülmemiş cerasol katkılı su tanklarında zorla banyo yaptırarak kitle halinde askerlerin gözlerini kör etme olayında savaş suçu sorumlularının Ermeni asıllı doktorlar olduğunu gösteriyor. Bir şekilde Mondros anlaşmasına göre Osmanlı ve karşı taraf arasında esirlerin serbest bırakılması maddesi yer alıyordu. Ancak Osmanlı askerlerinin Anadolu’daki milli mücadelede dirençlerini yok etmek için savaş hukuku çiğnenerek kitle halinde Türk askerlerin gözleri kör edildi. Türkiye bu savaş suçunu dünya kamuoyunun gündemine getirmeli.
“Bağımsız tarihçilerin” yapacakları araştırmalar ve bulunacak belgeler ışığında Mısır’daki Esir kamplarında yaşanan savaş suçundan dolayı İngiltere ve Avustralya “özür dilemelidir. Bu hususta Türkiye Büyük millet Meclis Başkanlığını göreve çağırıyorum”.[iv]
KRİZOLLU SU İLE KÖR EDİLDİLER
O tarihte ve bugün de savaş suçu sayılan olayda Seydibeşir Kampı'nda İngiliz doktorların gözetimi altında 15 bin esir asker süngü zoruyla ile miktarı normalin çok üzerinde krizol maddesi katılmış sudan mikrop kırma gerekçesi ile geçirilmiş ve 15 bin genç insanın kör edilmesine sebebiyet verilmiştir.
Konu Ankara'ya Malta Esir Kampı'ndan dönen Edirne Mebusu Şeref ve Faik beylerin 25 Mayıs 1921 tarihinde TBMM'de yaptıkları konuşmalarla intikal etti. 28.5.1337 Cumartesi günü TBMM'nin 37. İçtima'sında, Faik ve Şeref beyler bir takrir vererek İngiltere'nin Türk paşa, milletvekili, yazar ve sair meslekten aydınları Malta'da tutuklu olarak bulundurmasının hiçbir milletlerarası hukuka uymadığı ifade edildikten sonra, Mısır'da esirlerin krizol banyosuna sokularak 15 bin vatan evladının gözlerinin kör edildiği bunun faili olan İngiliz tabip, garnizon komutanı ve zabitlerin cezalandırılması için TBMM'nin teşebbüse geçmesi isteniyordu.
Takririn TBMM'de okunmasından sonra söz alan Mehmet Şeref Bey " ...İngilizlere esir düşüp Mısır'a sevk edilen çocuklarımız mahsus ihzar edilmiş bir formüle, muzadı taaffün maddeler içlerine, boyunlarına kadar sokuyorlardı. Fakat Türk çocuğu oraya
girince bir İngiliz neferi başına dikiliyor ve süngüsünü uzatınca zavallı yavrucak başını içeri çekiyor ve iki gözü kör oluyordu. İngilizler böylece on beş bin Türk'ün gözünü çıkarmışlardır" diyordu.
Dışişleri'nin açıklaması yok. Çünkü devlet, vatanın son topraklarını kurtarma çabasına düşmüştü. Olayın farklı boyutlarına Avustralya ve İngiltere savaş arşivlerinde rastlanmıştır. Avusturalya Savaş Merkezi arşivinde J01208 kod numaralı Türk askerlerinin Mısır’da kırbaçlı kasketli düşman görevliler karşısında çırılçıplak bir halde “cerasol” karıştırılmış su tanklarında zorla banyo yaptırılma fotoğrafın tespit edilmiş. İngiltere Arşivlerinde bulunan Mısır’daki Esir Türk Askerleri tutanak ve belgelerinde Heliopolis esir kampının sorumluları Arsen Kohoren ve Leon Samuel adındaki doktorlardı. Sidi Beşir kampında sorumlu doktor da Osmanlı ordusunda görevli iken bir şekilde düşman safına geçen Halepli ve Ermeni asıllı bir doktordu. Ve bütün bilgiler dünya tarihinde eşi görülmemiş cerasol katkılı su tanklarında zorla banyo yaptırarak kitle halinde askerlerin gözlerini kör etme olayında savaş suçu sorumlularının Ermeni asıllı doktorlar olduğunu gösteriyor.
Bir şekilde Mondros anlaşmasına göre Osmanlı ve karşı taraf arasında esirlerin serbest bırakılması maddesi yer alıyordu. Ancak Osmanlı askerlerinin Anadolu’daki milli mücadelede dirençlerini yok etmek için savaş hukuku çiğnenerek kitle halinde Türk askerlerin gözleri kör edildi.
Bu belge bize TBMM'nin Mısır'daki esir kampında İngiliz doktorlar, garnizon komutanı ve kamptaki İngiliz askerlerinin 15 bin esiri kasten sakat bıraktıkları için haklarında siyasi takibatın yapılmasının karar altına alındığını gösteriyor. Konunun takibi hükümet tarafından Dışişleri Bakanlığı'na bildiriliyordu. Dışişleri Bakanlığı'nın ise olayın nasıl sonuçlandığına dair henüz bir açıklaması maalesef yok. Dışişleri Bakanlığı en azından bunu Milletler Cemiyeti, öteki kuruluşlarda bu vahşeti protesto etmeli idi. Ne yapıldığı bilinmiyor.
1. Dünya Savaşında Arap Çöllerinde, Fransız, İngiliz işgalinde Gaziantep ve yöresinde, yandaş Ermenilerin desteği ile Türkler evinde soykırıma uğruyorlar; Ermeniler aynı suçu yapanlar ise, “şıltanan suçunu bastıroyor” misali suçlarını Türklerin üstüne atıyorlardı.
OSMANLI ASKERLERİNE İNGİLİZ OYUNU:
“SAVAŞTA KURNAZLIK”: (The Tımes): İngiliz The Times gazetesinde “Alternatif "silahlar" adlı analizde 1. Dünya Savaşı’nda İngilizlerin Ortadoğu’da sergilediği savaş hilelerine yer verildi. General Allenby'ın Kudüs'e erişmek için yaptığı saldırı büyük bir Türk kuvvetince engellenmişti. Ancak General Allenby'ın İstihbarat Başkanı Albay Richard Meinertzhagen Türklerin sigara stoklarının tükendiği şeklinde bir bilgi aldı. Meinertzhagen büyük bir parti sigara hazırlanması işini ayarladı. Ancak sigaraların içine afyon da koydurdu. İngiliz Kraliyet Hava Kolordusu bu sigaraları Türk hattının gerisine attı ve ertesi sabah Allenby'ın güçleri, suratlarında kocaman bir gülümseme taşıyan Türk askerlerinin arasından geçip hedeflerine doğru ilerlediler(Not: Savaş hile iledir. Hz. Ali) [v]
HAÇLI SEFERLERİNİ TAMAMLAMIŞ
Kudüsü’ü 9 Aralık 1917 günü Osmanlılardan alan İngiliz Generali Allenby, Londra’ya bu hususta bir rapor göndermişti. Allenby bu raporda: “Kudüs’ü aldığı zaman “Haçlı Seferleri’ni tamamlıyorum” diye övünmüştü. Ne yazık ki, Kudüs’ün alınmasında ona en
büyük yardım kendi Hıristiyan askerlerinden değil, fakat İngilizler tarafından aldatılmış Müslüman Araplardan gelmişti.
Tarihte 1095-1270 yılları arasında 175 yıl devam eden, 9 kez düzenlenen Haçlı seferlerine, Kutsal toprakları (Kudüs civarı) korumak için Arapların pek katkısı olmadığı halde, Türkler kahramanca kan döküp korumuş Kudüs’ü. Ne yazık ki, Arapların ihaneti ile de 400 yıl sonra Kudüs tekrar yabancıların, Hıristiyanların eline düşmüştür. 50 yıldır da bu ihanetlerinin bedeli olsa gerek, orada bir türlü huzur ve barış sağlanamadı.
Kudüs şehrini, Müslüman Türkler Yavuz Sultan Selim’in kumandasındaki ordularımızla 24 Ağustos 1516 da yapılan muhteşem Mercidabık muharebesini kazandıktan sonra fethetmişti. Böylece 401 yıl Osmanlı himayesinde, Müslüman, Hıristiyan, Yahudi barış içinde yaşamışlar. 1917 den beri de o topraklarda bir türlü barış sağlanamamış, Arapların işbirlikçi ihaneti yüzünden durmadan Arap kanı dökülmekte. Arapların ihaneti yüzünden sadece Kudüs ve civarı elden gitmemiş; bu ihanet yüzünden sonraları Adana, Gaziantep, Maraş, Urfa da işgallere uğramıştır.
Gazze’deki Filistin’deki faciaları görünce, acaba o topraklarda yatan binlerce - şehidimizin ahı mı onları tuttu- diye söylenmekten insan kendini alamıyor.[vi]
BAKANLAR KURULU KARARI
Arap Çöllerinde İngiliz esir kamplarındaki Ermeni doktorlar yardımı ile esir askerlerimize yapılan feciatlar, TBMM hükümetini de harekete geçirmiş ve konunun takip edilmesi için hükümet kararı alınmıştı. Ankara Cumhuriyet Arşivi'nde bulunan 28 Haziran 1337 tarihli, altında Mustafa Kemal Paşa'nın da TBMM Reisi sıfatı ile imzası bulunan Bakanlar Kurulu Kararı'nda da şunlar söyleniyordu: "Malta'da mevkuf bulunanlar ile Mısır'da on beş bin esiri kasten malul bırakan İngiliz tabipleriyle garnizon kumandan ve zabitleri hakkında Edirne Mebusu Şeref ve Faik beyler tarafından verilüp icra Vakileri Heyeti'ne tevdi ve tensip edilen ve Büyük Millet Meclisi Riyaseti Celilesi'nin 29. 5. 337 tarihli ve zabıt ve kavanin kalemi 354/706 numaralı tezkere ile mürsel takrir icra vekilleri heyetinin 28.6.337 tarihli içtimaında kıraat olunarak lazım gelen bu mütalaati fenniye dermeyanı zımnında Sıhhiye ve teşebbüsatı siyasiyede bulunmak üzere Hariciye Vekâleti’ne takrir sureti musaddaka sının lefsiyle işarı kara gir olmuştur. 28 Haziran 337"
Değişik kaynaklardan öğrendiğimize göre, Burma'dan Malta'ya, Mısır'dan Sibirya'ya uzanan kamplarda esaret çeken Türklerin, esirleri sayısı 200 binin üstünde. İstanbul fesleri, Balkan şapkaları, çorbacı külahları, Enver Paşa serpuşu enveriyeler, Arnavut külahları, Kafkas kalpakları, destarlar, Şirvan kalpakları, Mevlevi sikkeleri, neresi olduğunu bilmediğim başka külahlar giyen askerimiz, Arap Çöllerinden, Kafkasya soğuğuna kadar aynı kıyafetle perişan vaziyette imiş.
Uzaklarda analar, bacılar, “dön gel ağam dön gel dayanamiyrem/ ağam öldüğüne inanamiyrem” ağıtlarını yakadursun, Yemen ellerinde askerimiz de “Yemen destanlarını” yakıyorlardı.
Şimdilerde bizler de bu öykülerin yazıldığı kitapları okuyarak öğrenmeye çalışıyoruz. ''Nil '' adlı kitaptan bir parça: “İskenderiye'de esir kalmış kör Türk esirleriyle ilgiliydi. Gözleri görmeyen Türk esirlerinin dolaşması için, kaldıkları yerden başlayıp, meydanı
dolaşan uzun bir halat konmuştu. Hava almak isteyen esirlerin en önündeki halatı tutuyordu. Ötekiler de birbirlerini tutarak volta atıyorlardı.
Sonra bir gün, ya muzip ya da kötü biri, bu halatın ucunu İskenderiye'nin o meşhur rıhtımından denize sarkıtıyordu. Savaşta bir şarapnel parçası ile gözlerini kaybetmiş Türk esirleri, o halatı takip ederek rıhtımdan denize dökülüyor ve hepsi boğuluyordu”.
Metinde bulunan resme bir bakarsak, esir Türk askerleri, çölün sıcağında üstü açık tren vagonlarında taşınıyor. Esir askerlerimiz İngiliz muhafız askerlerinden nasıl su istediklerini gösteriyor
    Böylece nice uzak diyarlarda can veren binlerce askerlerimizin başlarında
“vatanları için öldüler” yazılı taşları bile olmasa da, tek bir çiçek koyamasak da yüreklerimizde bir dua etme duygusu vardır sanırım. [vii]
ARAPLARIN İHANET GÜNAHI
Yıl 1972. 10 Ağustos. İsrail, Şam yakınlarına ilk hava saldırılarını başlatıyor. Suriye başkenti Şam'da fuar var. Sovyetler Birliği pavyonunun kokteyline Türk askeri ataşesi kurmay Albay İsmail Hakkı Karadayı da davetlidir. Eşi Türk olan Suriye askeri istihbarat başkanı tümgeneral ile konuşurken yanlarına yaşlı bir Suriyeli gelip başkana bir şeyler anlatır. Anlatılanları, Arap tercümanı vasıtasıyla dinleyen, emekli Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı paşa şimdi konuşmayı şöyle anımsamaktadır:
"Türk askerine çok kötü şeyler yaptık. Şehitlerinin mezarlarını beklemek için gelen yüzlerce askeri sırtlarından cembiye (iki uçlu eğri hançer) ile öldürdük. Şimdi bunun cezasını İsrail bombardımanıyla çekiyoruz. Sonsuza kadar da çekeceğiz. Bu dedemin bana söylediği, haberini verdiği bir bela, dünya durdukça bu belayla yaşayacağız."
Suriye'deki görevi sırasında Ürdün'de bir Türk şehitliği yaptıran Albay Karadayı, oradaki bir mağarada birçok, tüm bölgede ise yüzlerce, hatta binlerce askerimizin şehit edildiği için anıtın önüne bir de çam ağacı dikmiş. Geçenlerde, 30 yıl sonra bir dev haline gelen ağacın üzerindeki plaketin fotoğrafı Karadayı paşaya getirildi. Türk askerini sırtından vuran eski nesillerin Arap cembiyesinin günahının bedelini şimdi tüm Filistin halkı ödemektedir. Galiba sonsuza kadar da ödemeye devam edecekler. Bunu en çok askerler hatırlıyor. [viii]
“ÇEKİRGE YEMENİN FAZİLETLERİ”
Osmalı ordusunun bütün ikmal yolları kesildiği için, Türk askeri Arap çöllerinde aç, perişan kalmış, Medine ve çevresindeki İslam toprağını korumak isteyen Fahrettin Paşa (1868-1948) aç askerine, o zamanları sürüler halinde bulunan çekirge yemeyi öğütlemiştir.
Başlıktaki cümle meşhur Medine Müdafaası Kahramanı Fahrettin Paşa’ya aittir. Mekke Şerifi Hüseyin’in İngilizlerle anlaşarak isyana hazırlandığı haberi üzerine Fahrettin Paşa, 28 Mayıs 1916 da Medine’ye gönderildi. Şerif Hüseyin isyanı başlatıp Medine’ye saldırsa da Fahrettin Paşa’nın komutasındaki direnişle karşılaşıp geri püskürtülür. Fahrettin Paşa 15.000 kişilik Osmanlı askeriyle 50.000 civarındaki asileri pek çok kez yenilgiye uğratır. Ne var ki bazı yerel idarecilerin tedbirsizlikleri yüzünden Mekke, Cidde elden gider. Medine dışındaki bütün merkezler asilerin eline geçer. Fakat Hicaz Seferi Kuvvetler Komutanı Fahrettin Paşa son derece kısıtlı imkânlarıyla Medine’yi iki
yıl yedi ay boyunca kahramanca müdafaa eder. İstanbul’a yapılan yardım talepleri karşılıksız kalır. Osmanlı hükümetinin Hicaz’ı kısman boşaltma kararı üzerine FahrettinPaşa, Hz. Peygamber’in mezarında bulunan otuz parçadan oluşan mukaddes emanetleri İstanbul’a gönderir.
Osmanlı ordusunda açlık had safhaya çıkmıştı. Osmanlı altınları ile Hicaz’a kadar uzanan demiryolu, Lawrens’in kandırdığı Hain Şerif Hüseyin taraftarlarınca havaya uçurulması, Hicazda bulunan Osmanlı askerlerine iaşe, mühimmat ulaşamayınca askerimiz aç kalmıştı.
Ne hazin ki, Arap Çöllerinde aç kalan askerlerimiz, açlıktan İngilizlere esir düşerken; Gaziantep’te de yine açlık yüzünden Fransızlara teslim oluyordu. Her iki tarafta da, (Gaziantep’te ve Arap çöllerinde) Türkler soykırımı uğruyordu. Tarihte açlıkla pek çok anılar ve savaşlar vardır. Kaleyi, beldeyi kuşatıp fethedemeyen düşman, kaleyi aylarca abluka altında tutarak, açlıkla teslim alırdı.
Etrafı kuşatılan ve hiçbir yerden yardım alamayan şehirde, açlık, susuzluk ve hastalıklar baş göstermişti. Et ve ekmek sıkıntısı çok fazlaydı. 9 Ekim 1918' de verilen bir emirle et yerine pirinç lapası, ekmek yerine de peksimet verilmesine başlandı. İlâç ve gıda sıkıntısından dolayı hastalıklar artmış; verem, sıtma, humma, dizanteri ve iskorpit yayılmaya başlamıştı. İlâç olmadığından iskorpite karşı soğan, sarımsak yenilmesi ve sirke içilmesi; sıtmaya karşı da günde iki kez kinin içilmesi emredilmişti.
Çok güç şartlarda Medine’yi müdafaa eden Fahrettin Paşa, emrindeki askerlerin iaşesini sağlamak için bazı tedbirler alır, tamimler yayınlar. İşte çekirge yemenin faziletleri de o dönemde gündeme gelir. Paşa komutasındaki askerlerin et ihtiyacını karşılamak için, eksik kalan kalorilerini temin için çareler arar, sonunda da bu çareyi 7 Hazirandaki günlük emrinde çekirge yemeyi tebliğ eder. Bu emirde çekirge yemenin faziletine dair pek önemli bilgiler vardır. Emirde şu notlar vardır:
“Çekirgenin serçe kuşundan ne farkı var? Yalnız tüyü yok. O da serçe gibi kanatlı ve uçuyor. Bitki ile besleniyor. Serçe gibi huysuz, serçe gibi asabi. Yediği şeyleri itina ile seçiyor ve temiz şeyler yiyor. Hicaz, Asır, Yemen ve Afrika Araplarının başlıca gıdası çekirgedir. Bedeviler sağlamlık ve zindeliklerini, hafifliklerini yedikleri çekirgelere borçludurlar. Çekirgeyi develer de büyük bir zevkle yiyorlar. “Kunfede” de develeri kâmilen çekirge ile besleniyorlar. Müessir ve kati olan şifa hassaları dizlerinin bağı çözülenlere, zayıflara, bünyevi hastalıklara büyük tesiri vardır.
Çekirge romatizma için iksir gibidir. Şifa hassaları bilhassa yumurtasında toplanmıştır. Biz maatteessüf bunları çukurlara gömerek, üzerine kireç dökerek ziyan ediyoruz.
Çekirgeyi doktorlarımıza tetkik ve tahlil ettirdim. Bunlar, tetkikat neticesinde çekirgeden yüksek sitayişle bahsetmekte, şifa ve gıda özelliklerini saymakla bitirememecedirler”.
Osmanlı devleti İngilizlerin ve Şerif Hüseyin’n hile ve desiseleri üzerine son direniş cephesi olan Medine’nin tahliyesine karar veriri. Önce Mekke Emiri Şerif Haydar Paşa ailesiyle Medine’den ayrılır. Bunu yerli halkın bir kısmı takip eder.
Fahrettin Paşa elinde kalan az sayıda kuvvetle hem çöl yolunu, hem de Medine’yi müdafaaya devam eder. Çekirgenin de faziletlerini anlatmayı sürdürür, hem de, dini dini hükmüyle:
“Çekirge bir gıda, hem de devadır. Av etleri gibi bundan da istifade etmeliyiz. Yediğimiz sebzelerin birçoğundan daha ziyade faydalı olduğu tecrübe ile tahakkuk etmiştir.
Medine’de müzayede ile bir okkası, yedi sekiz kuruşa satılıyor. Sahil kasabalarda pek beğenilen ıstakoz ve karidesten hiçbir farkı yoktur.
Çekirge, her iklimde yenebilir. Yenmesi sünnet-i seniyedir. Cenab-ı Peygamber, hadis-i şeriflerinde “Uhilet lena meyyitani veddemani” buyurmuşlardır. Manası: İki ölü ve iki kanlı bize helal oldu” demektir. İki ölü, çekirge ile balık; iki kanlı ise, karaciğer ve dalaktır”. İmam-ı Malik, yenmesine cevaz verilen çekirgenin başının koparılmasının” çekirgenin ölüsünü bile helal saydıkları ve hiçbir kayda tabi tutmadıkları “Tenvir-ül Ebsar” ve onu şerh eden diğer kitaplarda yazılmıştır.
H Hicaz çekirgesi, diğer mıntıkaların çekirgelerine nazaran daha besili daha tatlıdır. “Şark ve Hail” cihetlerinde Bedeviler çekirgeyi bereket sayarlar”.
Medine kalesi isyancılar tarafından kuşatılır. Açlık ve hastalık baş gösterir. Fahrettin Paşa yine de Medine’yi müdafaaya devam eder. İstanbul hükümetinin kaleyi tahliye etmesi teklifini asla yanaşmaz. Mondros Mütarekesi olmuş, ordular, askerler teslim ve terhise başlamış; ama Fahrettin Paşa bunu onuruna yediremiyor, Hicaz (Mekke, Medine) gibi İslam’ın kutsal beldesinin düşman eline geçmesini asla istemiyordu. Hatta İngiliz ve Araplara Medin’eyi teslim etmeyeceğini, bu şehri teslim etmektense Hz. Peygamber’in mezarını havaya uçurarak kendisini feda edeceğine dair yemin eder. Bir yandan da çekirgeden bahsine devam ederek çekirge yemeğinin nasıl hazırlanacağını şöyle izah eder “Çekirge yemeği dört suretle hazırlanır.
1-Toplanan çekirgeler çiroz gibi güneşe serilir, iki üç gün kadar kurutulur. Ayakları ve başı koparılır. Daha sonra beden kısmı bir parça yağ ile kavrulur ve kavurma gibi yenir.
2-Sıcak su ile haşlanır, baş ve ayakları temizlenir. Hemen pişmek üzere bulunan pirinç ve bulgur pilavına karıştırılır.
3-Haşlanmış çekirgeler tabağa konulup, üzerine zeytinyağı ve limon gezdirilir.
4-Çekirgenin kavrulan kısmı, havan içinde toz haline getirilir ve et tozu konservesi şeklinde kutularda, dağarcıklarda saklanır. Araplar arası en makbul tarzı budur.
Bunlar, savaş zamanlarında Bedevilerin biricik gıdasını teşkil eder”.
Fahrettin Paşa, açlık çeken askerlerine çekirge yedirmek için dil dökedursun, Ermeni’lerle epey haşır neşir olan ve Tiflis’te Ermeni komitacılarca katledilen Cemal Paşa, hatıralarında şöyle, bir çekirge felaketi ile şunları yazmakta: “.. .Bütün Suriye’yi öylesine müthiş bir çekirge istilası kaplamıştı ki, Mayıs veya Haziran nihayetinde bütün Suriye’de, yaprakları çekirgeler tarafından yenmemiş tek ağaç kalmadığı gibi birçok yerlerde henüz başaklanmamış olan hububat, çekirgelerin oburluğuna kurban gitmişti”. Iix]
Fahrettin Paşa ve askerleri amaçlık ve hastalığa rağmen destansı direnişi sürdürürken Kanal Harekati felaketi biter. Filistin Arapların, Şerif Hüseyin’in ihaneti ile elden gider. Osmanlı devleti mağlup olur ve 30 Ekim 1918 de Mondros Mütarekesini imzalar. Mütarekenin 16. maddesine göre, Fahrettin Paşa da teslim olması gerekirken buna yanaşmaz. Direnişi sürdürür. Hükümetin teslim olması için gönderdiği subayı hapseder.
En sonunda kendi subaylarının baskısı üzerine teslim olsa da “çekirgenin faziletlerini anlatmaya devam ederken, “çekirge yemeyi küçümsemenin nankörlük olduğunu” belirtir ve kendisine hediye getirmek isteyenlerin çekirge getirmelerini tavsiye eder:
“Büyük bir dikkat ve ihtimam ile ve kendime mahsus titizlikle yaptırdığım tecrübelerde tıbbî hassaları tahakkuk eden ve yenmesi “sünnet” olan çekirgeye yan gözle bakmak ve ondan tiksinmek, en hafif tabir ile nimet tanımamazlıktır. Dün karargâh sofrasında “çekirge tavası” vardı. Arkadaşlarımla beraber pek tatlı yedim ve bunu “dil konservesinden daha iyi buldum. Hele zeytinyağı ve limon suyu ile salatası pek nefis oluyor. Elhasıl dün, çekirgeleri bahçelerden kovup yok etme tedbirini düşünürken, bu gün çekirge geliyor mu? Diye yolları gözlüyorum. Hangi mıntıkaya çekirge düşerse, tarifim veçhile istifade edilmesini ve bana da hediye olarak çekirtge gönderilmesini arkadaşlarımdan rica ederim”.
Fahrettin Paşa önce esir olarak Mısır’a, sonra Malta’ya sürülür. (Fahrettin Paşa Peygamber mescidinde namaz kılarken sabaha karşı tuzağa düşürülüp yakanır) Moskova’ya geçer, Milli Mücadeleye destek verir, Hilafeti savunur. Kabil sefirliği yapar. 1948 de vefat eder, vasiyeti üzerine Rumelihisarı mezarlığına defnedilir.
O tarihlerde kaybedilen Filistin ise o günden beri şehit tebessümlerinin ayyuka tırmandığı bir hüzün ve acı coğrafyasıdır. Son elli yıldır kan dökülmeye devam etmekte.[x]
“Lawrence, Karkamış kazı ekibinde yer alarak tarihi eser kaçakçılığını daha rahat gerçekleştirdi. Zaten Lawrence, Karkamış başta olmak üzere, yörede tarihi eserlerin bulunduğu yerlere o ünlü motosikletiyle gelip gitmiş. Çaldığı tarihi eserleri de bir sal ile Suriye'ye götürmüş. Türkiye'den de sal ile gittiği için motosikleti burada kalmış. Bu olaylar, bulduğumuz motosikletin ünlü casusa ait olduğu tezini güçlendiriyor."
Lawrens, Arap prenslerini Türkler aleyhine kışkırmak için, onlara İngiliz altınları ve silah veriyor, Osmanlı’ya, İstanbul halifesine isyan ettiriyordu. Fırsat buldukça,
Zeugma, Mezopotamya vb Fırat boylarında kaçak kazılar yapıyor, Araplar için o zamanları sadece bir taş parçası olan 2000-3000 yıllık yazılı tabletler ve öteki tarihi eserler, el altından Londra müzelerine taşınıyordu. 1935'te bir motosiklet kazasında öldü. 'Çölde İsyan', 'Darphane', 'Bilgeliğin Yedi Direği' gibi kitapları bulunuyor. [xi]
Binlerce askerimizin can verdiği Hicaz, Filistin, Gazze toprakları 50-60 yıldır huzurda mıdır? Sanırım Araplar, ihanetlerinin cezalarını çekiyorlar gibidir.. .RTE nin hamasi duygularına kapılıp, Türkiye’nin, bu belalı topraklara Arap’tan çok Arap gibi davranıp oralara sokulması pek de uygun olmasa gerek.

Cevat Kulaksız
ckulaksizster@gmail.com

DİPNOTLAR
[i]    http://forum.filistinetkinlik. com/index.php?topic=164.0[i]
[ii]    Hamas Türkiye’ye değil, Mısısr’a Bakıyor Semih İdiz Milliyet 14.6.2010 sf 16
[iii]    Melih Aşık Açık Pencerem.asik@milliyet.com.tr 11 Haziran 2010
[iv]    CezmiYurtseverhttp://cezmiyurtsever.com/index.php?option=com_content&task=view&id=199
&Itemid=3
[v]http://cezmiyurtsever.com/index.php?option=com_content&task=view&id=199 &Itemid=3 http://www.sozbitti.com/lofiversion/t3674.html. sitesi cezmiyurtsever@hotmail.com
Türk Fransız Mücadelesi. Yard. Doç. Dr. Süleyman Hatipoğlu s: 21
ivil Türk-Fransız Mücadelesi Orta Toros Geçitleri, 1915-1921) Atatürk Araştırmaları Merk.Yay. 2002, Süleyman HATİPOĞLU (Yrd. Doç. Dr.sf 21
[viil ttp://www.milliyet.com.tr/Default.aspx?aType=SonDakika&ArticleID=1002726 &Date=13.10.2008
http://www.gasteci.com/haber14867.html 3-15 Bin askerimiz nasıl kör edildi.Cezmi Yurtsever. 4-(Kaynak: Yeni Şafak, 31 Temmuz 2001
iviiil M. Ali Kışlalı 18.04.2002 Radikal
[ix] Cemal Paşa’nın Hatıraları İşbank. Yayınl 2006 sf: 372
ixl http://www.tumgazeteler.com/?a=2615656ixil Andrew Mango, “Ataturk and Kurds”, Middle Eastern Studies, Vol. 35, No.4,
Disqus Yorumları Yükle

0 yorum

Disqus Shortname

Comments system