Uluslararası hukuk normları ve Birleşmiş Milletler kararları, kuşkusuz Türkiye’de de geçerlidir ve Türkiye’nin sınır ötesi bir sömürgesi yoktur. Ayrıca egemen bir ülkenin sınırları içinde herhangi bir toprak parçasını “sömürge” olarak nitelendirmek de mümkün değildir.
Kimbilir kaç kez yazdım: Sözcükler, kavramlar tehlikelidir: Örneğin “Devlet” ve “Hükümet” eşanlamlı değildir. Devlet eşekse hükümet binicidir; devlet kamyon ise hükümet şofördür; devlet tüfek ise hükümet tetikteki elin sahibidir.
Güneydoğu, Suriye, Rusya siyasetinin faili “devlet” değil adıyla sanıyla AKP hükümetidir.
“Self determination” da öyle, “özyönetim” de. “Dağ dağ üstünde olur da ev ev üstünde olmaz!” derler. O misal!
PKK, istediklerini ya silah zoruyla metazori alır ya da müzakere ile. Metazori alırsa ne yapacağına kendisi karar verir. Müzakere ile alacağı şeyi (özyönetim, özerklik, federasyon, bağımsızlık) alması için anayasanın değişmesi, ardından o “şey”in TBMM’de görüşülüp yasalaşması gerekir.
Bu nedenle her sözcüğün, her kavramın içinin anlamla dolu olması, anlamların da taraflar tarafından bilinmesi gerekir.
Bu konuda geçmişte yazmış olduğum yazılardan dördünü bilgi ve ilginize sunuyorum. Çünkü bu konuda ekleyebileceğim yeni bir şey yok. Demek ki söylediklerim “yeni”!
Özdemir İnce
9 Ocak 2016
***
HALKLARIN KENDİ KADERİNİ TAYİN HAKKI
Bugün gene tehlikeli sözcüklerden söz edeceğim. Sözcüklerin politikacıların ağzında nasıl dinamitleştiğini bugün ve yarın göstermeye çalışacağım.
27 aralık 2005 tarihli Yeni Şafak gazetesinde Demokratik Toplum Partisi’nin eşbaşkanları Ahmet Türk ve Aysel Tuğluk ile yapılan bir söyleşi yayınlandı. Eşbaşkanların bu söyleşide söylediği iki cümleyi aktaracağım:
AHMET TÜRK: “Her halkın kendi kaderini belirleme hakkı vardır. Kürtlerin yüzde 90’ı, 95’i Türk halkı ile birlikte ortak bir gelecek kurma inancında, öyle bir arayışın içinde bu nedenle Türkiye’yi bölme, parçalama, ayrı bir devlet, yapı oluşturma gibi bir hevesimiz yok.”
AYSEL TUĞLUK: “Şu anda Kürtlerin ortaya koyduğu bir tercih var. Bu tercih nedir? Türkiye’nin bölünmesi konumunda bir tercih değil sadece ortak vatandaş kimliği ve kültürüyle eşit haklara sahip özgürce yaşamak istiyorum diyor.”
Türkiye’de söyleşi sanatı bilinmiyor. Söyleşi yapan gazeteci önceden hazırladığı soruları birbirinden bağımsız olarak soruyor, muhatabı canı ne isterse söylüyor, ama gazeteci yanıtları değerlendirip söyleşiyi oradan sürdürmüyor.
Söyleşiyi yapan kişi Ahmet Türk’e sormalıydı: “Her halkın kendi kaderini belirleme hakkı ne demek?” Aysel Tuğluk’a sormalıydı: “Ortak vatandaş kimliği ne demek, böyle bir kimlik var mı?”
Söyleşiyi yapan kişi bu cümlelerin ne anlama geldiğini bilemediği için Ahmet Türk ile Aysel Tuğluk hiç kuşku duymadan üniter devlete karşı olmadıklarını söylüyorlar.
“Halkların ya da ulusların kendi kaderini tayin hakkı” cümlesi beni iki kaynağa gönderiyor: Lenin ve ABD Başkanı Thomas Woodrow Wilson.
Vladimir İliç Lenin’in “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı” adlı bir kitabı var. Ezilen ulusların kendi kaderini tayin hakkı. Bu hak herhangi bir bağlamda değil devrimci hareket içinde geçerli. Lenin’in bu tezi kendi yönetiminde ve daha sonra Sovyetler Birliği’nde gerçekleşmedi. Buna karşılık Rusça bütün Sovyet cumhuriyetlerinde resmi dil oldu.
Thomas Woodrow Wilson, 1919 yılında Barış Konferansı için Paris’e gelirken çantasında “Wilson Prensipleri” de denen “On dört madde”si vardı. Wilson on dört prensip ile parçalanmış Avrupa’yı, dağılmış Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nu, parçaladıkları Osmanlı İmparatorluğu’nu yeniden biçip dikmek istiyordu. On dört maddeden biri de Kendi Kaderini Tayin Hakkı idi. Kendi dışişleri bakanı Lansing’e göre, Wilson’ın bu sözü söylemesi bile talihsizlikti. “Asla yerine getirilemeyecek umutlar doğuracak. Korkarım binlerce hayata mal olacak” diyordu. Paris Barış Konferansı’nda Osmanlı İmparatorluğunu parçaladılar, petrol sahalarını paylaştılar. Böylece uluslar kendi kaderlerini tayin etmiş (!) oldu. Tıpkı günümüz Irak’ında olduğu gibi.
Ulusların kendi kaderini tayin hakkı, hem federasyonu hem de bağımsız devleti içerir. Parti yöneticileri anlamını bilmedikleri cafcaflı kavramlardan uzak durmalıdır.
(HÜRRİYET, 3 OCAK 2006)
***
KENDİ KADERİNİ TAYİN HAKKI VE KÜRTLER
PKK fesadını Kürt sorununa dönüştürdükten sonra “Kürtçülük Fesadı” evresini hızlandırmak isteyenler Mustafa Kemal’in Kurtuluş Savaşı sırasında bir kez söyleyip sonra ağzına almadığı cümleleri gündeme getirmeye, “Ulusların kendi kaderini tayin hakkı” gibi Kapitalist-Komünist ütopyaları tekrarlamaya başladılar.
Kürtler için önce federasyon, sonra bağımsızlık istediklerini açıkça söyleyemedikleri için ağızlarındaki baklayı yedi dereden su getirerek çıkartıyorlar.
Şu soruyu soralım: Ahmet Türk’ün hayal ve iddia ettiği gibi Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkı var mıdır?
1.Elbette var: Seçimlerde oy kullanarak demokratik yoldan kendi kaderlerini tayin edebilirler. Etmektedirler zaten. İddiaya göre Bakanlar Kurulu’nda 13 bakan, TBMM’de üçte birinden fazla milletvekili temsilcileri var. Bu temsilcileri bir etnik parti marifetiyle seçmek istiyorlarsa bu siyasal partiler yasası tarafından yasaklanmış. Ve bu yasak uluslar arası kurallara uygun![i]
2.Elbette yok: Çünkü, Birleşmiş Milletler, Avrupa Parlamentosu başta olmak üzere yüzlerce uluslar arası kuruluşun üyesi olan, egemen bir Cumhuriyet Devleti’nin kimlikli vatandaşı olarak ve yasalar içinde kendi kaderlerini tayin etmenin bir tek yolu vardır: Demokratik seçimler. Yani uluslar arası kurallar ve Cumhuriyet yasalarına göre federasyon ve bağımsızlık isteyemezler. Cumhuriyet kurulurken kendi temsilcileri aracılığıyla olumlu oy kullanarak kendi kaderlerini tayin etmişlerdir. “Devlet” yaz boz tahtası, iskambil oyunu değildir.
Dünkü yazımda “Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı” ütopyasının nereden çıktığını açıklamıştım.
Lenin’in bizzat kendisinin gerçekleştiremediği, ardıllarının da tersine çevirdiği ütopyayı küreselleşen dünyamızda (!) tartışmamız anlamsız ve gereksiz. Bu kavramı şu anda Marksizmin “M”sinden habersiz Kürt şovenistler internet üzerinde tartışmakta. Bırakalım tartışsınlar! Bu kavramı günümüzde ancak ABD Başkanı Thomas Woodrow Wilson’ın kullandığı bağlam içinde hatırlayabiliriz: Yıkılan Avusturya-Macaristan ve Osmanlı İmparatorlukları’nın içinde yer alan halklara özel devletçikler kurmak.
Ancak Wilson’ın bu emperyalist amaçlı “Ulusların kendi kaderini tayin hakkı” maddesini anımsayanlar rafa kaldırılmış bu maddenin kaderinin ne olduğunu bilmiyorlar.
Bu ilkenin ömrü bir yıl bile sürmedi. Wilson, 1919 sonunda “Ben o sözleri söylediğimde, her gün üstümüze gelen ulusların varlığına dair bilgiye sahip değildim” (Margaret MacMillan, Paris 1919, S.20) diye yakınıyordu ABD Kongresi’nde.
Öte yandan, Wilson’ın bu sözü bulup çıkarmasını bile talihsizlik sayan Dışişleri Bakanı Lansing daha işin başında kuşku içindeydi. “Asla yerine getirilemeyecek umutlar doğuracak. Korkarım binlerce hayata mal olacak!” (Paris 1919, S.19) diyordu. Nitekim milyonlarca hayata mal olmuştur. Türkiye’yi de iç savaşa sürükleyebilir!
ABD ve başkanı Bush’un Irak’ta oynadıkları oyun, Wilson’un ünlü maddesinin çağdaş ve güncel yorumudur. Ahmet Türk ve arkadaşlarının eğer bir dirhem sorumluluk duygu ve düşünceleri varsa, “Kendi kaderine tayin hakkı” hortlağını bir daha ağızlarına almazlar!
(HÜRRİYET,4 OCAK 2006)
***
PARİS 1919
Birkaç yıl önce, Ermeni fesatçılarının soykırım terörüne karşı kaynak olarak Justin McCarthy’nin Ölüm ve Sürgün (İnkilap Kitabevi Yayınları) adlı kitabını önermiştim. Kitap, aradan geçen zaman içinde ciddi bir referans, ciddi bir kaynak oldu.
Şimdi de tarih fesatçılarının terörüne karşı bir kitap önereceğim. Son iki yazımdan kitabın adını ve yazarını biliyorsunuz zaten: Margaret MacMillan, “Paris 1919. 1919 Paris Barış Konferansı ve Dünyayı Değiştiren Altı Ay”, Çeviren: Belkis Dişbudak. ODTÜ Yayıncılık.
Türkiye’nin içinde bulunduğu siyasal topludurum (konjonktür) devam ettiği sürece Paris 1919 benim başvuru kaynağım olacak. Kitap arka kapağında şöyle tanıtılıyor:
[“Bütün savaşları sona erdirmek için yapılan savaş”tan sonra, Ocak-Temmuz 1919’da Barış Konferansı için dünyanın dört bir yanından gelen temsilciler Paris’te toplandılar. Konferansın odağında, zamanın üç büyük devlet adamı olan Woodrow Wilson, Lloyd George ve George Clemenceau vardı ama farklı hedefleri olan binlerce başkaları da Paris’e gelmişlerdi. Krallar, başbakanlar, dışişleri bakanları ve bunların danışman orduları, gazeteciler ve çeşitli ulusların kendi kaderlerini tayin hakkından kadın haklarına kadar yüzlerce değişik konuda lobi yapmaya gelmiş olan binlerce insan aynı salonlara yığılmışlardı. O yıl herkesin Paris’te bir işi vardı: Arabistanlı Lawrence, Romanya Kraliçesi Marie, Maynard Keynes, Ho Şi Min.”] 482 sayfalık kitap için özel bir okuma yöntemi önereceğim. İlkin ilk 40 sayfada yer alan Teşekkür, Giriş, Barışa Hazırlanış bölümlerini okuyun. Sonra 341. sayfada başlayan Ortadoğu’nun Fitili Ateşleniyor bölümüne geçin ve sonuna kadar okuyun: “Perikles’ten bu yana en büyük Yunan devlet adamı; Osmanlıların Sonu; Arap Bağımsızlığı; Filistin; Atatürk ve Sevr’in Çöküşü; Aynalar Salonu.”
Sonra, tekrar başa dönüp sonuna kadar, altını çizerek, not alarak okuyun. Bakalım Sevr mi gerçek, paranoyası mı gerçek?…
Okuya okuya 428. sayfaya geleceksiniz: “Barış mimarları Damat Ferit’in performansının bir fecaat olduğu konusunda görüş birliği içindeydiler. Wilson, ‘Ömrümde bundan büyük aptallık görmedim,’ diyordu. Heyetin ülkesine geri gönderilmesini önerdi. ‘Katıksız bir sağduyu noksanlığı sergilediler, Batı’yı baştan sona yanlış anladıklarını da ortaya koydular..”
Ardından, 438. sayfada Sevr’den söz ediliyor: “Güzel bir anlaşma değildi, ama kolayca çökertileceği çok geçmeden anlaşılacaktı. Müttefik askeri danışmanları, anlaşmadaki koşulları uygulayabilmek için en azından 27 tümen asker gerekeceğini söyleyip uyarıda bulundular. Elde o kadar asker yoktu.”
Ve en sevdiğim cümle: “Lozan Anlaşması, Versailles’a, Trianon’a, St.Germain’e, Neuilly’ye ve Sevr’e benzemiyordu, yani Paris Barış Konferansı’nın ürünü olan anlaşmalardan farklıydı. Curzon içinden ‘Şimdiye kadar biz kendi barış anlaşmamızı dikte ediyorduk,’ diye düşünmekteydi. ‘Şimdi ise düşmanla pazarlık ediyoruz, çünkü düşmanın ordusu var, bizim yok. Duyulmamış bir durum’.” (S.442-443)
Efendim?…
(HÜRRİYET, 6 OCAK 2006)
***
SELF-DETERMİNASYON
“Kürtçülük Fesadı”nın, ulusların kendi kaderini tayin hakkı ya da self-determinasyon ilkesini önümüzdeki günlerde sık sık gündeme getireceği anlaşılıyor.3, 4 ve 6 ocak yazılarımda bu kavramı tarihsel bağlamı içinde ele aldım. Bu çok önemli ve o oranda kullanılması son derecede tehlikeli olan kavramın başta ortaya atan Demokratik Toplum Partisi (DTP) yöneticileri olmak üzere bütün siyasal partiler tarafından çok iyi anlaşılması gerekmektedir. Bu nedenle, hepsinin bir uluslararası hukuk uzmanına danışmalarını tavsiye edeceğim.
Bugünkü yazımda kavramın hukuki yanını ele alırken Hüseyin Pazarcı’nın “Uluslararası Hukuk Dersleri, II.” Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayını, Ankara,1989)’den yararlandım. Kitabın yeni baskısı da varmış. İlgilenenlere salık veririm.
1789 Devrimi’nin “Milliyetler İlkesi”nden etkilenerek ulus niteliğini kazanmış insan topluluklarının bir devlet kurmaya hakları olduğu ileri sürülmüştür. Ancak, siyasal bakımdan Osmanlı İmparatorluğunun parçalanmasında çok etkili olan bu görüşün, yalnızca bir siyasal ilke oluşturduğu ve hukuksal bağlayıcılığa sahip olmadığı kabul edilmektedir. Buna karşılık, “halkların geleceklerini bizzat tayin etme hakkı” ya da kısaca self-determinasyon hakkı diye anılan bir ilkenin uygulanan uluslararası hukukta birtakım koşullarla kabul edildiği gözlenmektedir. (S.8)
Self-determinasyon hakkı 1918 Wilson ilkelerinden (3.ilke) kaynaklanmış olup, uygulanan uluslararası hukukta kabulü B(irleşmiş).M(illetler). Andlaşması ile gerçekleşmiştir. Ancak bu çerçevede yalnızca adı verilen bu ilkenin uluslararası hukuktaki anlamının ve kapsamının belirlenmesi büyük ölçüde 1960’tan bu yana kabul edilen kimi Birşeşmiş Milletler kararları ile olmuştur. Bu kararların ilki B.M.Genel Kurulunca kabul edilen 14.12.1960 tarihli ve 1514 (XV) sayılı “Sömürge Yönetimi Altındaki Ülkelere ve Halklara Bağımsızlık Verilmesine İlişkin Bildiri” olmuştur. (S.8)
Bundan sonra çeşitli bağlamlarda alınan B.M. kararları bu ilkeyi teyid ettikten sonra anlamları üzerinde de durmuştur. (S.9)
Kısacası, bağımsız bir devlet kurabilmenin ana koşulunun sömürge altında yaşayan haklarla ilişkili olduğu görülmektedir. Böylece, bağımsız devletlerin kurulması konusunda uygulamada karşılaşılan yollardan yalnız sömürgelikten kurtulma durumunda self-determinasyon ilkesine dayanılmasının kabul edildiği ve bir devletin tam bir parçasını oluşturan ülke üzerindeki toplulukların ayrılması yoluyla bir devlet kurulmasında bu ilkenin işlemediği görülmektedir. (S.10) Yani turşu kurar gibi devlet kurmak mümkün değil!
Bir devletten ayrılma yoluyla gerçekleştirilecek yeni bir devletin self-determinasyon hakkını kullanamamasının temel nedeni, uluslararası hukukun devletin ülkesinin bütünlüğü ilkesidir. Nitekim bu da B.M.Andlaşması’nın (Madde. 2/4) temel ilkelerinden biridir. Fesatçıların sandığı gibi Türkiye Kürtlerinin self-determinasyondan yararlanmasının hiçbir uluslar arası ve (Anayasa’nın 3 ve 4 maddeleri gereğince) ulusal dayanağı yoktur. (S.10)
(HÜRRİYET, 10 OCAK 2006)
[i] Anayasa ve Siyasal Partiler Yasası’na karşın, günümüzün HDP’si ve selefleri etnik partilrdir.
0 yorum